21 Kasım 2016 Pazartesi

Cumhurbaşkanına açık mektup. KKTC



Sayın TC Cumhurbaşkanı Erdoğan,


Osmanlı döneminde Kıbrıs kiraya verildi yaşayan halkın onayı alınmadan.İngiltere tek taraflı ilhak etti Cihan harbinde.İstiklal harbi sonrasında Lozan ile tamamen İngiltere'ye devredildi adada yaşayanlara sorulmadan.Bu süreçler hep zordu Kıbrıs Türk Halkı için.Elbette içi kan ağlayarak Ve sessizce bir sebebi olduğunu bildiği için direnmişti.Türkiye kendini toparlandıkça yardım elini üzerimizden hiç çekmedi.Onun desteği sayesinde direndik,ya taksim ya ölüm dedik yıllarca.Sonrasında Türkiye'nin yardımları ile Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.Bu Cumhuriyetin ortağı olduk Ve garantörümüz oldunuz.Üç yıl sürdü bu ortaklık ,soykırıma uğradık,binlerce şehit verdik bu varoluş mücadelesinde.Sonra 15 Temmuz 1974'de tek taraflı Yunanistan'a bağlamak için darbe yaptılar,Enosis ilan ettiler.Türkiye bu kez garantörlük haklarını kullanarak buna dur dedi.İyi niyet göstererek Rum-Yunan ikilisi ile antlaşma zemini bulmak için müzakereler yapıldı.Ancak netice alınamadı.Bu ikilinin esas niyetleri Adayı Girit gibi Helen yapmaktır.Bizans entrikalarını devreye koydular.Onlarda samimiyet yoktur.Batı Trakya'da uyguladıkları azınlık siyasetleri ortadadır.Tarih boyunca bunların samimi olduğu bir tek dostluk örneği bulamazsınız.Fırsat bulsalar Büyük Yunanistan'ı kurmak için Türkiye'ye yine saldırırlar.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Bu İnsanların sahte Barış görüşmelerine inanarak Vatan toprağı KKTC'nin YOK olmasına müsade etmeyiniz.
Tarihe Türk yurdunu elden çıkartan biri olarak adınızı yazdırmayınız.
Yalakalık yaparak Rum siyasetine prim ve taviz verenlere asla inanmayınız.
Bizler bunlara inanmıyoruz ve sizinde inanmayacağınızı ümit ediyoruz.

Saygılarımla

Sümer Şehitoğlu/ Doruktürk

16 Ağustos 2016 Salı

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE BİR VATANSEVER! / ÇATLI


                                               ŞEYTAN ÜÇGENİNDE BİR VATANSEVER

1922 yılında Soğuksu’da işlenen ve tarihe geçen “ İlk Susurluk Cinayeti” olarak geçen Yahya Kâhya suikasti, 74 yıl sonra tekrar edecektir. Başlıkta da dediğim gibi Şeytan Üçgeninde nedense, ülkesi için canla başla çalışanlar bir şekilde suikaste uğradı. İşte O şeytan üçgeninin üzerine gittiği ve takibe aldığı kişi Abdullah Çatlı idi. Peki Çatlı neden bazı suçlar ile gündeme alınmıştı? Bu suçlandığı konular gerçekmiydi.?
Evet, bir tek gerçek vardı: O da
Çatlı’nın Ülkü Ocakları 2. Başkanı olduğuydu. Çatlı ne yaptı, neyi önlemek istiyordu? Ve bundan kimler rahatsızlık duyuyordu?
1970-1990’lı yıllar Türkiye’nin en karanlık yılları olan günlerde hemen hemen hergün, bir faili meçhul cinayet işleniyordu. Terör örgütü ASALA, Türkiye içinde serbest bir şekilde eylemlerde bulunuyor. 12 Eylül döneminde Bulgaristan-Türkiye arasında transit uyuşturucu trafiği kurulmuş ,hedef, Türk gençliğini zehirlemekti. Faaliyet gösteren irili ufaklı örgütler, yerini yavaş, yavaş
Pkk’ya bırakıyordu. Çatlı ve ekibi tüm bunlarla uğraşmakta ve daha başkaları ile de mücadele etmekte idi. Ve dahası açıklanmayan bir proje ile de uğraşmaktaydı Bu proje 100 maddelik, Yahudilerin,1000 yıllık projesiydi. Bu proje ilk hedef olarak Türkiye veTürk Cumhuriyetlerine yönelikti. Bu da tabiki birilerinin hiç hoşuna gitmeyecekti. İçeriden dışarıdan, yok edilmesi emirleri yağıyordu.
Çatlı bir anda çete reisi ilan edildi. Çatlı’ya Mart 1995 öncesi olaylar bir bir yüklenmeye başlanmıştı. MİT bir rapor yayınlar ve bu rapora balıklama atlayan Aydınlık dergisidir. Çatlı’nın ülke için yaptıkları kimleri rahatsız etmişti? PKK’yı besleyip liderini saklayan kişiyi, “kaç başkan kaç” diyenleri.
Masonlar eliyle ve mason olup da önemli mevki ve makamlara gelenleri. Uyuşturucu ve silah pazarının patronlarını. Terör örgütlerine yardım ve yataklık edenleri Ülkenin bölünüp, parçalanması planlarını yapanları.
En çok korkanlar ise, 100 maddelik projenin sahipleri ve uygulayıcıları. MİT’in yayınladığı rapor 22 Eylül 1996’dadır. Aradan geçen bir aylık süre içerisinde, Çatlıya çeşitli yollarla mesajlar gönderilmişti.
Bu mesajlardan biriside MKE menşeli el bombası, Çatlı’nın arabasının arkasına konmuştu. Bombalı mesajın tarihi 22 Ekim 1996’dır. Çatlı, 1 Kasım 1996’dan itibaren sıkı bir takibe ve göz hapsine alınmıştı. Buradan itibaren Abdullah Çatlı’nın kızı Gökçen Çatlı’nın 2000 yılında kaleme almış olduğu “Babam Çatlı” adlı kitabından “Susurluk Nedir” adlı yazısına göz atalım.
3 Kasım 1996’da Susurluk’ta vuku bulan kazanın ardından kim bilir başka tarihte Ankara kazası,Çanakkale kazası vs.de olacaktır. Gelişmekte olan Türkiye’nin bu tür olaylardan geçmesi hangi pencereden bakarsanız farlklı gözükecektir. Bu nedenle Abdullah Çatlı’nın vefatı ile birlikte bir çok tartışma meydana gelmiştir. Derin Devlet kavramı felesefesi gibi, derin devletin ilk tohumları, toplum içinden sivrilmiş kişilerin biraraya gelerek münazara yapmaları sonucunda başlar.. Bunlar ya varolan bir devletin gidişatından memnun olmadıkları ve yeni bir oluşumla bunu biçimlendirmek için felsefi anlamda, fikirde kulis yaparlar ya da var olan devleti devlet yapmak gibi bür düşünce beslerler ve milli atılımlarla bunu uygulamaya başlarlar. Derin Devlet kavramından, Türk halkı yeni haberdar olmuş ve ilk etapta bundan endişe etmiş olabilir. Fakat bu oluşum “olmazsa olmaz” diye benimde nitelendirdiğim bir oluşumdur…
Görünürdeki devletin arkasında derin devlet olmaz ise, bu o ülkenin kapasitesini düşürür. Ama önemli olan bir kıstas var. Derin devletin ne niyette olduğu? Bu karmaşayı düzenlemek amacıyla birden fazla derin devlet grupları meydana getirilir. Sanki her biri , birbirinin kontrol mekanizması işlevini görürler. Tabi burada derin devletlerin birbirleriyle olan mücadeleleri, kavgaları meydana gelecektir. Türkiye gelişmekte olan bir ülke olduğu için, bu kargaşanın önüne ancak gelişme katdettiği vakit geçebilir. Susurluk’ta hangi pencereden bakıldığı önemlidir. Eğer devlet kavrayamamış bir zihniyet, Susurluk’u anlatmaya kalkışırsa ki bunları çok dinledik, bunun içinden çıkılamaz ve medyada sıkça dinlediğimiz gibi, “Susurluk üçgeni”, “Susurluk Çıkmazı” “Kamyon Devlete Çarptı” gibi son derece dar ufuklu ve yanlış düşüncelerle vaktimizi kaybederiz. Bu da tarihe karşı bir hakaret olur.
Susurluk’ta kamyon devlete çarpmamıştır. Bir başka derin devlet, Susurluk teorisini yaratmıştır. O kazada Türkiye Türklük mücadeleleri adına liderliği sürdüren bir şahsiyeti kaybetmiştir. Olayın suikast olduğunu düşünürsek, şöyle bir tablo görünebilir; yabancı ülkelerin derin devletleri, Türkiye için mücadele eden Abdullah Çatlı’nın şimdiye dek halka açıklanmamış rahatsız olmuş ve ülkemizde ki bir başka yerli derin devlet ki bunların Çatlı ile husumetleri vardır. İşbirliği yapıp memleketi kaosa sürüklemişlerdir. Söz konusu yerli derin devletin, vatan hainliği besledikleri de düşünülmemelidir.
Vatanperver bir uslüpte bakacak olunursa onlar, mililyetçi bir lidere suikast düzenlemişlerdir.
Medyanın gözüyle bakılacak olunursa, rant kavgası çetelerle hareket eden devleti sarmıştır. Derin devletler açısından bakılacak olunursa bu olaylar ülkeni kaderidir.
Susurluk Türkiye için bir dönemeçtir. Tıpkı Menderes devri ve ihtilallerde olduğu gibi yabancı güçler, yurda kavram kargaşasını sokmuşlardır. Menderes ve ihtilallerde ülke sağ-sol olayları ile resmen hipnotize edilmişti. Susurlukta devlet, derin devlet kavran kargaşaları gündeme ite kaka sokulmuştur. Memlekette Susurluk vardır. Ama daha doğrusu memlekette Susurlukların olduğudur.
Tıpkı her ülkede olduğu gibi..
Kazanın hemen akabinde Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanı Albay Veli Küçük, Balıkesir Emniyet Müdürü Nihat Camadan’ı arar ve şöyle der: “Susurluk’taki kazada ölen Mehmet Özbay, bizim çalışanımız. Tutanaklarda ismi geçmez ise iyi olur”. Ve Emniyet Müdürü şu cevabı verir: “Kaza, polis bölgesinde değil,jandarmaya bölgesinde. Jandarmaya söylemek lazım.” Albay Veli Küçük şu cevabı verir.”Jandarma Komutanını aradı yerinde yoktu.”
Anap’lı Mesut Yılmaz, şu ifadeleri kullanıyordu,”Çatlı’nın kanı yerde kalmayacak,failleri bulunacak.” gibi sahte naralar atıyordu. Ne Oldu? Mesut Yılmaz acaba gerçekten mesut oldumu ? Bu senaryolar hangi localarda hazırlandı? Bilenler sadece timsah gözyaşları dökmekle kaldı. Abdullah Çatlı bir kahraman değildi. Her Türk evladının yapacağı gibi, o bir vatanperverdi. Ruhu Şad Olsun!
Bu kirli Lobilere ve localara bilmedikleri bir şeyi buradan söyleyeyim: Susurlukta bir Çatlı’yı şehit ettiniz. Susurluk’un ardından binlerce Çatlı yarattınız bilmeden…
Sahi, Şimdi onlarla nasıl baş edeceksiniz?
Erkan MACİT
Önce VATAN / 6 Mayıs 2016

Efsane İçişleri BAKANI TANTAN






                                          Devlet Karar Mekanizması DÜŞÜNMELİ !!!
EFSANE & OPERASYONLAR
1980 öncesi dönemde, İstanbul sokaklarının en güvensiz, anarşi ve terörün hakim olduğu yıllarda, Tantan narkotik, asayiş şubelerinde görev yaptı ardından İl Emniyet Müdür Yardımcılığı görevine getirildi.
Tantan, dürüstlüğü ve çalışma aşkı sebebiyle her kesim tarafından sevildi, Milliyetçi çizgide olduğu için bir takım örgütlerin hedefi olmuştu! Huzur bozucu, bölücü ve yıkıcılara o dönem İstanbul’unda geçit vermedi. Özellikle küçük İstanbul olarak bilinen Fatih'te basmadığı mekan, girmediği kahvehane kalmadı, nerede suç var Efsane Ekip oradaydı. Mali Şube'de, Narkotik ve Asayiş şubelerinde gerçekleştirdiği operasyonlar yüzünden üstleri tarafından devamlı uyarıldığını basından biliyoruz, ancak Tantan yılmadan her türlü vak'anın üstüne gitmiştir.
Beyoğlu’ndaki genelev işletmecisi Ermeni kökenli Manukyan'ın mekanlarına hiçbir polis giremiyordu, korkuyordu hatta bazı polislerin o dönemlerde Manukyan’ın kiracısı olduğu yazılıp çizilmişti ancak Tantan usulsüzlüğü yakaladı mı acımaz ve görev aşkı ile Manukyan'ın mekanlarını basar bir çırpıda. Üstleri bu durumdan rahatsız olsun olmasın Tantan için fark etmez, Efsane Ekip anarşiye, hırsıza, katile, soyguncuya, vurguncuya geçit vermedi.
Tantan, İstanbul'da fuhuşa, teröre, uyuşturucu tacirlerine geçit vermedi. Milliyetçi Cephe döneminin İçişleri Bakanı Korkut Özal, Tantan ile beraber çalışmış ve İstanbul'da büyük bir operasyon olan Fazilet Operasyonlarını gerçekleştirmiştir. Bu operasyonun başına Tantan getirilmiş bizzat Özal tarafından. Kodaman mekanı olarak bilinen kimsenin basamadığı Moda Deniz Kulübü'nü basmış herkesi şaşkına çevirmiştir. İstanbul o dönemlerde her ne kadar anarşi ve terörle yaşamasına rağmen Tantan gibi Adalete hizmet eden polis şefleri sayesinde bir nebze dahi rahat nefes almıştı. Tantan'ın mıntıkası olarak bilinen Fatih'te olayların az olması Tantan'ı farklı kılan bir faktördür.
Yıllar 1999'u gösterirken, Tantan DSP-MHP-ANAP koalisyonunda İçişleri Bakanlığı görevine getirilir. Bu görevi Haziran 2001'e kadar sürdürür. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'da polis müdürü Sadettin Tantan gibi aynı çizgidedir, herhangi bir sapma söz konusu bile değildir.Operasyonel faaliyetleri ile gün yüzüne çıkmamış yolsuzlukları ortaya çıkarır. Bu sefer makamı, mevkisi daha büyüktür, artık O her olayın üzerine rahata giderim diye sanırken, kazın ayağının öyle olmadığını anlar ve partisinin lideri aynı zamanda Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz tarafından kızağa, Gümrük Bakanlığına çekilir, Ancak Tantan herkesin beklediği gibi bu görevi asla kabul etmez! Ve Açıklamasını yapar. "Beni Tapınak Şövalyeleri Görevden Aldırdı!" der. Ve çok doğru bir konu üzerinde dikkatleri küresel sermaye baronlarına çeker.
Tantan'ın üzerine gittiği olay günümüzde bile etkileri olan hatta Ortadoğu'daki gerginliğin artma sebebi Mavi Akım ve Beyaz Enerji Operasyonları konusudur, Tantan hükümete bilgi vermeden özellikle Jandarma ile beraber yürüttüğü bu operasyonlarda Devletin tüm enerji kaynaklarını peşkeş çeken kişilere yapar operasyonu! Mesut Yılmaz'ın da yakınları olduğu iddia edildiği için Tantan kızağa çekilir, ancak Tantan bunu kabul etmez ve hem ANAP'tan hem Bakanlıktan istifa eder.
Devlet Devlet Adamını Bilir..!

"PYD & Blackwater / Bölgede 2.İSRAİL için Operasyon Yapacak"


PYD ve Blackwater ABD Destekli Hava Operasyonu ile birlikte 2 ay süren Kara operasyonunda Menbiçi kontrol altına aldılar. İlk yaptıkları icraat şaşırtıcıydı.Zira Menbiçte ki nüfus müdürlüğü ile tapu sicillerinin bulunduğu binaları yaktılar. Bölgede ki Devlete ait kayıtları siliyorlardı.
Çünkü üzerine kendi Devletlerini kurmaya hazırlanıyorlar.Oluşumlar bu doğrultu da Abd Obama söz verdi
diye beyanat veren Dış işleri Bakanı Çavuşoğlunu da buradan
kınamaktayım. Abd hangi SÖZÜ tutar ?
Hatta NE SÖZÜ? Araplar ile ilgili fantazilerini anlatır ONLAR..??
PYD ve YPG saflarında sadece Blackwater Şirketinden Paralı Leyjonlar değil Amerikan Ordusunun Özel Kuvvetlerine mensup Ekiplerde bulunuyor. Bunu Omuzlarına YPG Arması takan ABD Özel Kuvvetlerinin fotoğrafları ile görmüştük. ABD"de inkar etmiyordu zaten.PYD , yeni Hedeflerinin Menbiçten sonra El-Bab Olduğunu açıkladı. Önümüzde ki günlerde Karadan PYD ve Blackwater , Havadan ise Daeşi bitirmek için kurulan Koalisyon güçlerine ait Hava Kuvvetleri Harekata başlayacak. Suriyede ki El-Bab şehri PYD"nin eline geçerse Afrinde ki PYD Güçleri ile birleşip , Afrin-Kobani-Cezire Kantonları , Suriyede ki KÜRT Devletini tamamlamış olacaktır.
(Haritalara Bakınız)
Akabinde Hedefleri Aşağıda paylaştığımız 2.harita da belirlenen güzergahdır. Kuzey Irakta ki Petrol Devletini Akdenize çıkarmalarında ki en büyük engel TÜRKMENDAĞIDIR. Türk Ordusu bölgeye intikal edebilir .Eğer El-Bab Harekatından sonra Afrin ile birleşme yaşanırsa yarın Akdenize çıkacakları yer Hatay-İskenderun Limanı olarak seçilecektir..TÜRKMENDAĞI"da bundan dolayı önlerinde ki en büyük savunmadır.Hedeflenen sonuç Akdenizde ki Doğalgaz ve Petrol Tekelini mutlak olarak İSRAİLİN kontrolüne geçirmiş olmak.
Türkiye Nato üyesi diyerek savunma yapan arkadaşlara da bölgeden şöyle bir bilgi vermiş olalım.
YPG ve PYD"nin Kuzey Irak ve Suriye de kontrol altında tuttuğu bölgelere Yeni Nato Üsleri inşaa ediliyor. ABD Ordusunun Özel Kuvvetleri ve diğer birlikler Karargah olarak bu yeni Nato Üslerinde kalmaktadır. Nato Üslerini Türkiye'den kaydırıyor.Yakın zamanda da Amerikanın ve Natonun Ortadoğuda ki Müttefiki Türk Ordusu değil 2.İsrail olarak kurulması hedeflenen Kürt Devletinin Ordusu olacaktır. Kıbrıs Harekatından ve 95 Çelik Harekatından dolayı Türkiye'nin yakın gelecekte Bağımsız hareket edeceğini sezen ABD ve Nato , Çekiç-Gücü o yıllarda bölgeye sokarak bugünlerin (PYD&YPG) temelini attı. O Yüzden BÜYÜK OYUN! var dedim..
Eğer Bölgede Kürt Devleti kurulursa hızlı bir şekilde Birleşmiş Milletler tarafından tanınacaklardır. Bunun arkasından Nato Bloğuna resmi olarak katılmaları uzun sürmeyecektir.
Suriye'de ki bu Kritik Operasyonlar ABD ve Nato destekli PYD tarafından gerçekleştirilmeden önce , Türkiye'de 15 Temmuz
Darbe-İşgal girişiminin yaşanması tesadüf müydü ?
Dikkati Ülke içine toplarken Sınır ötesinde taşları oynattılar. 1815 Waterloo Savaşında iki Devleti de Finanse ederek Satranç oynayan Rothschild 200 yıl sonrada oyunlarına istikrarlı bir şekilde devam etmekte.
"""" Sınıra iyi bakın Siyonun toplanmasına 1" kaldı """"

9 Ağustos 2016 Salı

VAHHABİLİK VE İŞİD

 Irak'ta IŞİD'in sahneye ani çıkışı Batı'daki pek çoklarını hayrete düşürdü. IŞİD'in şiddeti ve Sünni gençlik için aşikâr çekiciliği tarafından pek çoklarının kafası karıştı ve korkutuldular. Fakat bundan da fazlası, “Suudiler IŞİD'in onlar için de tehlike arz ettiğini fark etmiyorlar mı?” sorusunun cevabını merak eden Batılılar Suudi Arabistan'ın hem sorun yaratan hem de anlaşılması güç bu tezahür karşısındaki kararsızlığını fark ettiler. 
 
Şu anda bile aşikâr ki, Suudi Arabistan'ın yönetici eliti bölünmüş vaziyette. Kimisi IŞİD'i İran Şiiliği ile Sünni ateşini kullanarak harb ettiği için; tarihi Sünni mirasının kalbinde yeni bir Sünni devlet şekillendirdiği için; IŞİD'in katı Selefi ideolojisi tarafından çekime kapıldıkları için alkışlıyorlar. 
 
Diğer Suudiler daha korku dolu ve onlar Abdülaziz'e karşı Vahhabi İhvan İsyanı'nı hatırlıyorlar(Açıklama: bu İhvan'ın Müslüman Kardeşler İhvan'ıyla bir alakası yoktur – lütfen İhvan ile ilgili bundan sonraki tüm referansların Vahhabi İhvan'ına yönelik olduğuna dikkat edin); fakat neredeyse 1920'lerin sonunda Vahhabilik ve Suud içine çekildiler.
 
Pek çok Suudi IŞİD'in radikal doktrinlerinden fazlasıyla rahatsız – ve Suudi Arabistan'ın bazı istikamet ve söylemlerini sorgulamaya başlıyorlar.
 
 
Suud ikililiği
 
Suudi Arabistan'ın IŞİD üzerindeki dahili karışıklık ve gerilimleri Krallığın dogmatik karakterinin çekirdeğinde var olan ve tarihi kökeninde yatan ikililiğe sıkıca tutunarak (ve ısrar ederek) anlaşılabilir.
 
Suudi kimliğinin baskın bölümü Vahhabiliğin kurucusu Muhammed İbn Abdülvahab ile alakalıdır ve onun radikal, dışlayıcı püritanizmine kullanımı İbn Suud tarafından gerçekleştirildi. (İbni Suud, pek çok benzerinin arasında, Necd çöllerinde umutsuzca fakir ve çölde pişmiş Bedevi kabilelerini sürekli yağmalayan ve tartışan ufak bir liderden fazlası değildi.)
 
Bu şaşırtıcı ikiliğin ikinci bölümü öncelikle Kral Abdülaziz'in devlet olma yolunda 1920'lerdeki çalışmasıyla alakalıdır: Onun İhvan şiddetini (Britanya ve Amerika ile ulus-devlet olarak diplomatik geçerlilik elde etmek için) kontrol altına alma; onun orijinal Vahhabi güdüsünün kurumsallaşması – ve uygun zamanda kabaran petro-dolar musluğun 1970'lerde sonradan kavranması, dengesiz İhvan akımını ihraç ederek evden uzaklaştırmak için Müslüman dünya boyunca vahşi bir isyan yaymaktan ziyade kültürel isyanları yayma.
 
Fakat bu “kültürel isyan” uysal bir reformculuk değildi. O Abdulvahab'ın kendisine göre algıladığı bozukluk ve inançlardan sapmaya duyduğu Jakoben benzeri nefretine dayanan bir isyandı, bu yüzden onunki İslam'ın tüm sapkınlık ve putperestlikten arındırılması çağrısıydı.
 
 
Müslüman sahtekarlar
 
Amerikan yazar ve gazeteci Steven Coll 14. asır bilgini İbni Teymiyye'nin bu sade ve tenkitçi müridi Abdulvahab'ın zevki, sanatı, tütün kullanımını, esrar içimini, Arabistan üzerinden ibadet için Mekke'ye giderken davul çalan Mısırlı ve Osmanlı soylularını nasıl hakir gördüğünü yazdı. 
 
Abdulvahab'a göre, bunlar Müslüman değildi; Müslüman kılığına girmiş sahtekârlardı. Ya da, aslında, yerel Bedevi Arapların davranışlarını daha iyi buldu. Onlar evliyalarını onurlandırarak, mezar taşları dikerek ve batıl inançlarıyla (mezarlar ve bilhassa ilahi kabul edilen yerlere saygı gösterme) Abdulvahab'ı kışkırttılar.
 
Tüm bu davranışlar, Abdulvahab tarafından bidat yani tanrı tarafından yasaklanmış ilan edildi. Kendisinden evvelki Teymiyye gibi, Abdülvahab Peygamber Muhammed'in Medine'de kaldığı zamanın ideal Müslüman toplumu (zamanların en iyisi) olduğuna ve tüm Müslümanların bunu taklit etmeye özenmesi gerektiğine (özellikle Selefiler) inandı. 
 
Teymiyye Şiilere, Sufilere ve Yunan Felsefesine harb ilan etti. Açıkça peygamber mezarını ziyaret etmeyi ve onun doğumunu kutlamaya karşı konuştu; bu gibi davranışların Hıristiyanların İsa'ya tanrı olarak tapmaları gibi (putperestlik) bir sapkınlık olduğunu açıkladı. Abdülvahab tüm bu ilk öğretileri, bu İslami çıkarımı kabul etmesinin inananda oluşturduğu 'herhangi bir şüphe ya da tereddüt'ün 'bir kişiyi kendi mülk ve dokunulmazlığından mahrum etmesi gerektiğini' belirterek asimile etti.
 
Abdulvahab'ın dogmasının temel inançlarından birisi tekfir fikrinin anahtarı oldu. Tekfir doktrini altında, eğer aynı tür Müslümanlar mutlak otoriteye ki, bu kraldır, aykırı aktiviteler içersinde yer alırlarsa Abdulvahab ve müritleri onları kâfir kabul edebilir. Abdulvahab ölüleri, evliyaları ve melekleri onurlandıran her Müslüman'ın şiddetle aleyhinde bulundu. Bunları yalnızca Allah'a tam bağlılığa aykırı fikirler olarak kabul etti. Bu yüzden Vahhabi İslam evliya ve sevilen ölülere duayı, mezarları ve özel camileri ziyareti, dini bayramları ve peygamberin doğumunu kutlamayı yasaklar ve dahası mezar taşı kullanmayı men eder. 
 
“Buna uymayanların öldürülmelisi, karıları ve kızlarına tecavüz edilmesi ve mallarına el konulması gerektiğini yazdı.”
 
Abdulvahab somut ve fiziksel olarak gösterilecek bir riayet istedi. Tüm Müslümanların bireysel olarak sadakatlerini şayet bir taneyse halife olan yalnız bir Müslüman lidere sunacaklarını taahhüt etmelerini söyledi. Buna uymayanların öldürülmeleri, karıları ve kızlarına tecavüz edilmesi ve mallarına el konulması gerektiğini yazdı. Ölümü hak eden mürtetler listesinde Şii, Sofi ve diğer Müslüman tarikatları da yer aldı ki, Abdulvahab bunların Müslüman bile olmadıklarını düşünüyordu.
 
IŞİD ile Vahhabiliği ayıran hiçbir nokta yoktur. Muhammed İbn Abdulvahab'ın sonradan ortaya çıkan Tek Lider, Tek Otorite, Tek Camii doktrininin kurumlaşmasıyla aralarında sonradan bir ayrım oluşabilir. Bu üç sütun kesinlikle Suud Kral'ına, resmi Vahhabiliğin mutlak otoritesine ve ilahi kelamı başka bir deyişle “tek cami”i kontrol etmesine işaret etmektedir.
 
IŞİD'in inkâr ettiği ve tüm Sünni otoriteye ait olan bu üç sütun bir ayrımdır; fakat diğer tüm açılardan Suudi Arabistan için derin bir tehlike olan IŞİD Vahhabilikle uyum içindedir. 
 
 
Kısa tarih 1741-1818
 
Abdulvahab'ın bu aşırı radikal görüşleri savunması kaçınılmaz şekilde onun kendi kasabasından sürülmesine neden oldu ve bir müddet başıboş dolaştıktan sonra 1741'de İbn Suud ve onun kabilesinin koruması altında bir sığınak buldu. İbn Suud'un Abdulvahab'ın özgün öğretisinde algıladığı şey Arap geleneğini ve düzenini devirmekti ki, bu güç elde etmeye giden yoldu. 
 
“Tıpkı IŞİD gibi onların da stratejileri işgal ettikleri toplumlara boyun eğdirmekti. Korkuyu öğretmeyi amaçladılar.”
 
Abdulvahab'ın doktrinini benimseyen İbn Suud kabilesi şimdi her zaman yaptıkları şey olan komşu köylere baskınlar yapabilir ve onları soyabilirdi. Fakat şimdi bunu Arap geleneği çerçevesiyle değil cihat etiketiyle yapıyorlardı. İbn Suud ve Abdulvahab cihat namına şehitlik fikrini şehit olanlara cennete derhal giriş bahşedileceği şeklinde yeniden tanıttılar. 
 
Başlangıçta bazı yerel topluluklar işgal edip egemenliklerini dayattılar. (İşgal edilen yerlilere sınırlı seçim hakkı sunuldu: Vahhabi olmak veyahut ölüm.) 1790'da bu ittifak Arap Yarımadası'nın çoğunluğunu kontrol ediyor ve sıklıkla Medine, Suriye ve Irak'a baskınlar düzenliyorlardı
 
Tıpkı IŞİD gibi onların da stratejileri işgal ettikleri toplumlara boyun eğdirmekti. Korkuyu öğretmeyi amaçladılar.1801'de bu ittifak Irak'taki kutsal kent Kerbela'ya saldırdı. Kadın ve çocukların da aralarında olduğu binlerce Şii'yi katletti. Peygamber Muhammed'in maktul torunu İmam Hüseyin'in türbesinin de içinde bulunduğu pek çok Şii türbesi yok edildi.   
 
Bir Britanya memuru olan ve o zaman durumu gözlemleyen Lieutenant Francis Warden şöyle yazdı: “Tüm Kerbela'yı yağmaladılar ve Hüseyin'in mezarını talan ettiler. Olağandışı bir acımasızlıkla beş binden fazla yerliyi gün içinde katlettiler.”
 
Suudi devletinin ilk tarihçisi Osman İbn Bişr Necdi, İbn Suud'un 1801'de Kerbela'da katliam yaptığını yazar.Kerbela'da katliam yaptıklarını, insanları köle olarak aldıklarını gururla yazıyor ve sonra alemlerin rabbi olan Allah'a şükrederek yaptıkları için pişman olmadıklarını, küffara aynı muamele yapılacağını ilave ediyor.
 
1803'de Abdülaziz terör ve panik içinde teslim olan Kutsal Şehir Mekke'ye girdi. Daha sonra Medine de aynı kaderi paylaşacaktı. Abdulvahab ve müritleri tüm tarihi anıtları, mezarları ve türbeleri yakıp yıktı. Sona gelindiğinde, Büyük Camii yakınındaki asırlardır var olan İslami mimariyi yok ettiler.
 
Fakat 1803'ün Kasım'ında, Kral Abdulaziz bir Şii tarafından suikasta uğradı ki, bu Kerbela'nın intikamıydı. Oğlu Suud bin Abdulaziz tahta geçti ve Arabistan'ı işgale devam etti. Osmanlı idarecileri daha fazla arkalarına yaslanıp oturamadılar ve imparatorluklarının parça parça bitirilmesini seyredemediler. 1812'de Osmanlı ordusu Mısırlılarla birleşerek mezkur ittifakı Medine, Cidde ve Mekke'den söküp attı. 1814'de Suud bin Abdulaziz ateşlenerek öldü. Onun talihsiz oğlu Abdullah bin Suud Osmanlılar tarafından nihayetinde korkunç bir şekilde idam edileceği İstanbul'a götürüldü. (İstanbul'u ziyaret eden birisi onun sokakta üç gün boyunca aşağılandığını ve sonra asılıp boynu kesilmiş, koparılan kafasının topla ateşlendiğini ve kalbi çıkartılarak kazık saplandığını bildirdi.)
 
1815'de, Vahhabi güçleri Osmanlılardan yana olan Mısırlılar tarafından kesin bir harpte ezildi.1818'de Osmanlılar Vahhabi başkenti Dariyah'ı ele geçirip harap ettiği için ilk Suudi devleti ortadan kalktı. Geri kalan birkaç Vahhabi geri çekilerek çölde toplanmaya ve 19. asrın çoğunda orada pasif halde kalmaya mecbur oldu.
 
 
IŞİD ile tarihi dönüş
 
Tarihi hatırlayanlar arasında çınlayan modern Irak'ta IŞİD tarafından bir İslam Devleti'nin nasıl kurulduğunu anlamak zor değil. Aslında, 18. asrın dünya görüşü Vahhabilik Necd içinde sönmedi, fakat Birinci Cihan Harbi'nin kaos ortamında Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde yeniden gürledi.   
 
El Suud 20. asır rönesansında öz ve politik açıdan keskin zekalı ve aynı zamanda parçalanmış bedevi kabilelerini birleştiren Abdulaziz tarafından idare edildi. Suudi İhvan'ı Abdulvahab ve İbn Suud'un evvelki din savaşlarının ruhuna yüklendi.
 
İhvan 1800'lerde neredeyse Arabistan'ı ele geçirecek olan silahlı Vahhabi ahlakçılarının ilkel, vahşi, yarı bağımsız öncü hareketin reenkarnasyonuydu. Daha evvelinkine benzer şekilde İhvan 1914 ile 1926 arasında Mekke, Medine ve Cidde'yi yeniden ele geçirmeyi başardı. Fakat Abdulaziz geniş çıkarlarının devrimci Jakobenist görünümlü İhvan tarafından tehdit edildiğini hissetmeye başladı. 1930'ların sonuna kadar sürecek bir iç savaşa sebep olan İhvan İsyan'ı kralın makineli tüfekleriyle bastırıldı.
 
Abdulaziz için önceki on yılların gerçeği sarsılıyordu. Yarımadada petrol keşfediliyordu. Britanya ve Amerika Abdulaziz'e yaltaklansa da, hala Arabistan'ın tek meşru idarecisi olan Şerif Hüseyin'i desteklemeye meyilliydiler. Suudiler daha sofistike bir diplomatik tutum geliştirmeliydiler.
 
Haliyle Vahhabizm, cebri devrimci bir hareket ve teolojik açıdan tekfirci arındırmadan muhafazakâr toplum, politika, teoloji ve dini dava hareketine ve ayrıca asil Suudi ailesine ve kralın mutlak gücüne dayanan kurumu meşrulaştırmaya dönüştü. 
 
 
Petrol zenginliği vahabiliği yayar
 
Petrolle beraber Fransız akademisyen Giles Kepel'in belirttiği gibi Suudiler Vahhabiliği Müslüman dünyaya yaymayı amaçladılar. Bu Vahhabi İslam, din içindeki farklı sesleri susturan ve tek bir inanç yaran bir harekettir ki, ulusal ayrımların ötesindedir. Milyarlarca dolar bu yumuşak gücün dışavurumuna yatırıldı ve halen yatırılmaktadır.
 
Bu milyar dolarlık sarhoş edici, kuvvetli yumuşak güç yansıması  ve Suudilerin Sünni İslam'ı Amerika'nın menfaatine göre idare etmesiydi (bunun beraberinde Vahhabizm'i eğitsel, sosyal ve kültürel olarak İslami topraklar boyunca iliştirdiğini de dikkate alalım). Suudi Arabistan'ı Batı politikasına bağımlı hale getiren bu bağımlılık, Abdülaziz'in Roosevelt ile bir ABD savaş gemisi üzerinde gerçekleşmiş olan toplantısından (Başkan Yalta Konferansı'ndan dönerken),  bugüne kadar dayandı.
 
Batılılar Krallığa baktı ve zenginlikten, aşikar modernleşmeden, İslami dünyanın iddia edilen liderliğinden gözleri kamaştı. Krallığın modern yaşamın mecburiyetlerine aklının yattığını ve Sünni İslam'ın idaresinin de Krallığı modern yaşama ikna edebileceğini farz etmeyi seçtiler.
 
 
“Bir yandan IŞİD sonuna kadar Vahhabidir. Diğer yandan farklı bir şekilde olağanüstü radikaldir. Temelde çağdaş Vahhabiliği düzeltici bir hareket olarak görülebilir.”
 
Fakat İslam'a Suudi İhvan yaklaşımı 1930'larda ölmedi. Geriledi fakat sistemdeki yerini korudu ve bu yüzden bugün Suudilerin IŞİD'e olan tutumunda bir ikiyüzlülük gözlemliyoruz. Bir yandan IŞİD sonuna kadar Vahhabidir. Diğer yandan farklı bir şekilde olağanüstü radikaldir. Temelde çağdaş Vahhabiliği düzeltici bir hareket olarak görülebilir.”
 
IŞİD bir Medine sonrası harekettir. Peygamberimiz SAV 'den ziyade benzeşilmesi gereken kaynak olarak ilk iki halifenin davranışlarına bakar ve cebren Suudilerin idari otoritelerini inkâr eder.
 
Suudi Krallığı petrol çağında daha kibirli bir kuruluş olarak çiçeklendiğinden İhvan mesajının cazibesi Kral Faysal'ın modernleşme kampanyasına rağmen temel kazandı. İhvan yaklaşımı pek çok önde gelen kadın, erkek ve şeyhin desteğini kazandı ve hala kazanıyor. Bir bakıma, Usama bin Ladin kesinlikle bu İhvan yaklaşımının sonradan çiçek açmasının temsilcisiydi.
 
Bugün, IŞİD'in kralın meşrutiyetini boş vermesi problem olarak görülmüyor fakat daha ziyade Suudi-Vahhabi projenin gerçek köklerine dönüş problem teşkil ediyor.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Dinlerarası Diyalog İhaneti -Saidi Nursi'nin bu misyoner aşkı neden?








         Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün" Said-i Kürdi (Nursi)

1876 yılında Bitlis'in Nurs köyünde dünyaya gelen Said-i Nursi bağımsız Kürdistan çalışmalarına II. Abdülhamit zamanında başlar. Bu zamanlar, Türk topraklarının birer birer elden çıktığı zamanlardır.
Said-i Nursi de bu durumdan yararlanmak için Abdülhamit'e bir dilekçe ile başvurur. Dilekçede Kürdistanın geleceği (!) için Kürdistan olarak adlandırdığı bölgede 3 tane medrese açılmasını ve bu burada Kürt gençlerinin eğitim görmesini ister.
II. Abdülhamit bunun altındaki sinsi planı hemen fark eder. Bu dilekçeden sonra Said-i Nursi'yi önce sürgüne göndermeyi düşünür fakat akli dengesinin yerinde olmadığını anladığından tımarhaneye kapatılması kararlaştırılır. Said, "Zalimler için yaşasın cehennem!" sözünü Abdülhamit için söyler......

Kürt Teali Cemiyeti 
Isparta'daki sürgünden memleketine dönen Said-i Kürdi yine İngilizlerin işgal planına uygun olarak Doğu'da ve güneydoğuda İngiliz hükümeti destekli bir Kürdistan kurulması amacıyla "Kürt Teali Cemiyeti" kurucuları arasında yerini aldı.(kaynak: Marmara brifingi, 1971)
Bir yandan işgalcilerle mücadele eden Ankara hükümeti bir yandan da İngiliz destekli gerici isyanları bastırmakta başarılı olunca Said-i Kürdi bu sefer M. Kemal'le görüşmek için Ankara'ya gitti. Amacın şeriat devleti kurmak olmadığını, ulusal temele dayanan devlet kurmak olduğunu anlayınca bundan vazgeçti.
Bugün dahi Nurculukta cuma namazı kılınması farz kabul edilmez. Çünkü Said-i Kürdi'nin anlayışına göre ülke hala "müslüman" değildir. "Dar-ül harp"tir. Yani şeriatı getirmek için savaşılması geren topraklardır.
Bu anlayışa uygun olarak çıkan ve arkasında İngiliz desteği olduğu resmi belgelerle kanıtlanmış olan Şeyh Sait isyanına katıldığı için İstiklal Mahkemesince yargılandı ve birçok ilde sürgün yaşadı. İngiliz destekli bağımsız Kürdistan isteyen bu ayaklanma birçok şehrin yıkımına, ordunun büyük ölçüde kayıp vermesine ve misak-ı Milli sınırlarımız içinde olan Musul ve Kerkük'ün İngilizlere kalması ile sonuçlandı.
Nur cemaati'nde Atatürk'ün "Öküz aleyhisselam", "Beton Kemal", "Deccal" gibi isimlerle anılmasınınn arkasında bu şeriatçı ayaklanmaların uğradığı hezimetler yatmaktadır.
Risaleleri ve fikirleri
Said-i Nursi'nin yaşamı boyunca yazmış olduğu risalelerin tümüne "Risale-i Nur Külliyatı" denir.
Türkçe konuşan insanların %90'ının anlayamayacağı bir dil kullanan(ve kişisel düşünceme göre hiç de derin anlamı olmayan ve birbirinin tekrarı niteliğinde olan) bu eser, başlarda cifir'in İslam dışı olduğunu söylediği halde("cifir..., gaybı Allah'tan başkası bilmez ayetine karşı edep dışı bir davranıştır")(bkz. Lem'alar s. 39(yazıldığı tarih 1957) daha sonraki kitaplarında sık sık cifir kullanarak kendisinin ve yazdıklarının ne kadar yüce olduğunu anlatır. Buna örnek vermek gerekirse: 
"-... İçlerinde bedbaht olanlar da said olanlar da vardır- anlamındaki ayetin cifir yyönünden sayı değeri 1303 eder. Hud Suresinde -Emrolunduğu gibi hareket et-, anlamında bir ayet olduğu gibi Şura suresinin 2. ayetinde de aynı anlamda bir ayet vardır. -Vav-la başlayan Şura suresindeki ayetin cifir yönünden sayı değeri de 1309 eder. Bu tarihte bütün muhataplar içinde özellikle birine Kur'an adına iltifat ediliyor, doğru olmak yolunda buyruk veriliyor. Birinci tarih(1303)de ise, Risale-i Nurlar müellifi(Said-i Nursi)nin ilim tahsiline başladığı tarihtir. İkinci ayetin tarihi ise O müellif(Said-i Nursi)nin harika bir şekilde pek az bir zamanda ilimce en son noktaya ulaştığı(!), tahsili bitirdikten sonra ders vermeğe başladığı ve 3 ayda, bir kış içinde, 15 senede ancak okunabilen 100'den çok kitap okuduğu ve o zamanın o muhitte en ünlü alimlerinin yanında o 3 ayın mahsulu fakat 15 yılın mahsulü kadar olan ilimleri kazandığı, ne kadar büyük bir alim olduğunu; hangi ilimden olursa olsun sorulan her soruya en doğru cevabı vermekle ispat ettiği tarihe rastlar."(Tasdik-i Gaybi, s. 61-62, yıl 1958)
Said–i Nursi'ye göre Atatürk Deccal'di
Said–i Nursi bir çok lahikasında Atatürk'e "Deccal" diye hakaret ediyordu.
Deccal, İslami literatürde en ağır hakaret sayılan ifadelerden biridir. Deccal; yalan söyleyen, aldatan, karıştıran kişi anlamına gelir. Deccalin ortaya çıkması kıyamet alametlerinden biri olarak da görülmüştür.
Deccal konusunda tarih boyunca ortaya atılan iddiaları gündeme getirecek değiliz. Ancak Said–i Nursi'nin şu satırlarını okuduğunuzda Deccal denilince kimin kastedildiğini çok iyi anlamış olacağız.
"Ben bir manevi alemde, İslam Deccalini gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirce bir manyetizma gözümle müşahade ettim ve onu bütün bir münkir bildim. İşte bu inkarı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder.(...) Fakat kahraman ve mücahit ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur–u iman ve Kur'an ışığıyla hakikat–i hal–i göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılıyor." (Şualar458–459,Siracun Nur 247)
Saidi Nursi, başlangıçta şifreli olarak işaret ettiği Deccal'in kim olduğunu daha sonra şöyle anlatıyor:
"Ölmüş gitmiş dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis–i Şerif'in ihbariyle Kur'an'a zararlı bir adam çıkacak demiştim.Sonra Mustafa Kemal'in o adam olduğunu zaman gösterdi. (Emirdağ Lahikası I/278,Yirmiyedinci mektuptan Sabık Reis–i Cumhur'a ve üç makama gönderilen istida)

Saidi Nursi, Mustafa Kemal'e yönelik Deccal suçlamasında daha da ileri giderek şunları yazar:
"...Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakiki Müslüman Türk'ü Protestan yapamayan ve Millet–i İslam için pek zararlı olduğunu ef'aliyle ispat eden ve Hadis– Şerif'in haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu(yani Deccal, y.n) hayat ve mematiyle gösteren Mustafa Kemal'e bir mahrem eserde 'din yıkıcı Süfyan' dediğimizi (...)" (Emirdağ Lahikası I,50–51;Yirmiyedinci Mektuptan Mahkeme–i Kübra'ya Şekva ve Müdafaatın Bir Haşiyesi olan Parçanın Hülasasıdır, Ayrıca Müdafaalar, 226–227)
Saidi Nursi Atatürk'e açıkça Deccal diyor, Millet–i İslam'ı Protestan yapmak istediğinden bahsediyordu.
Oysa, Saidi Nursi'nin Deccal dediği Atatürk, İzmir Amerikan Koleji'nde misyoner faaliyette bulunuluyor diye bu okulu tamamen kapatmış, hayatta iken Bab–ı Ali'nin "Misyonerle Mücadele Teşkilatı" kurmasına destek vermiş, 3 Ocak 1922'de Meclis Başkanı iken yayınladığı bir muhtırada, İçişleri Bakanlığı'na çok sert çıkışarak, Amerikalıların Anadolu'da "Öksüzler Yurdu" altındaki yapılanma isteklerinin tamamen Hıristiyanlığı yaymak amacı taşıdığını vurgulayarak "bu talebin derhal reddedilmesini" istemişti.
Said-i Nursi ve şehitlik
Şöyle diyor Said– Nursi:
"Birinci Dünya Savaşı'nda bizimle savaşmış da olsa, bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır." (Kastamonu Lahikası,s.45)

"Ne dinden olursa olsun bir nevi şehit hükmündedir. Mükafatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa'ya mensup Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denebilir." (Kastamonu Lahikası, s.75)

"Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevi afattan çektikleri belalara mukabil rahmet–i ilahiyenin hazinesinden öyle mükafatları var ki, eğer perde–i gayb açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir tezahürü rahmet görünüp, "Ya Rabbi şükür elhamdü lillah diyeceklerini bildim ve kati surette kanaat getirdim." (Kastamonu Lahikası, s.45)

İslam tarihi boyunca kendini Müslüman olarak addeden hiçbir din adamı, Müslümanları ve İslamdaki şehitlik kavramını böylesine aşağılayan ifadeler kullanmadı.
Bu cinayete ilk kez Said–i Nursi'de rastlıyoruz.
Şehitlik, Allah yolunda savaşan, vatanını savunan ve bu uğurda ölenlere verilen bir mükafattır. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya karşı savaşan "yedi düvel", Haçlı dünyasının karşımıza çıkardığı küfür ordusuydu. Bu savaşta Ortadoğu'dan, Çanakkale'ye kadar bir çok cephede milyonlarca "Mehmedimiz" din uğruna, İlay–ı Kelimetullah uğruna, vatan uğruna, bu vatan üzerinde Ezan–ı Muhammedi ilelebet çınlasın diye şehit oldu.
Ama bir din adamı bozuntusu ortaya çıktı ve "ne dinden olursa olsun, Müslümanlara karşı savaşıp ölen kafirlerin de şehit olduğunu" ilan etti. Ve hatta hiç utanmadan yüzü kızarmadan Memedimizi katleden o kafirlere bir de "mazlum" dedi.

Dinlerarası Diyalog ve Said-i Nursi
Bu olayın ve "Vatikan'ın misyonunun bir parçası olmayı" kabullenmenin tarihsel bir altyapısı var mı sorusu kuşkusuz sizin de aklınıza geliyordur. Öyle ya bir insan durup dururken neden dünyadaki misyoner faaliyetlerin merkezi olan bir kurumun misyonun bir parçası olmayı kabul eder?
Bu sorunun cevabını bugünkü Nur cemaatinin faaliyetlerinde değil, Said–i Nursi'nin yazdığı risalelerde gösterdiği hedeflerde aramak lazım.
Saidi Nursi risalelerinde pek çok yerde Hristiyanlarla yakınlaşmayı, kaynaşmayı ve ittifakı şu şok edici sözlerle "emreder": "Müslümanlık – Hristiyanlık ittifakını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nurcular, Hristiyan ruhaniler ve misyonerler uyanık olmalıdır." (Emirdağ Lahikası I, s. 1712, Tarihçe–i Hayat, s.434'den nakleden Prof. Dr. Yumni Sezen, Dinlerarası Diyalog İhaneti, Kelam Yayınları)

"Misyonerler ve Hristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü herhalde şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etme fikriyle İslam ve misyonerlerin ittifakını bozmaya çalışacak." (Lem'alar,111,141)

Saidi Nursi Müslüman ve Hristiyanlar arsındaki ittifakın bozulmaması için nurcu kardeşlerine çağrı yaparak misyonerlerle sürekli bir ve beraber, ittifak halinde olmalarını istiyor. Bu ifadelerde sadece Hristiyanlarla değil Hristiyanlığı yaymak için büyük paralarla Osmanlı topraklarında Hristiyanlaştırma faaliyetlerinde bulunan "Hristiyan misyonerlerin o dönemdeki uzantılarıyla de ittifak halinde olunmasını "emretmesi" insanı şaşırtıyor.
İyi de Saidi Nursi misyonerlerle neden böylesine sarmaş dolaş olunmasını istiyor? Nurculara neden "misyonerlerle ittifak halinde olun" diyor. Osmanlıyı o misyonerler ve onların işbirlikçileri parçalamadı mı?
Saidi Nursi'nin bu misyoner aşkı neden? 


KAYNAK: Yümni Sezen,Kelam Yayınları
muhakkak okuyun ve okutun.
Alıntıdır.




17 Temmuz 2016 Pazar

BÖLGESEL VE KÜRESEL SAVAŞLAR BAŞLIYOR!

ERKAN MACiT ANALİZİ 


<<<<<Dış güçteki kirli ellerin nasıl bir planı devreye soktukları şimdi daha da netleşiyor?>>>>>>>>

Ordu İçerisindeki NATO subayları kendilerini tasfiye etti. Girişim Ordu içerisinden çıkmak Tsk üzerinden kirli bir oyunu tezgahlamak
çok iyi düşünülüp,analiz edilip sonuçlarının nereye gideceğini bir bir tahmin edip değerlendiren dış güç teki kirli ellerin sorumluluları bu kirli planın üst düzey sorumlu rütbelileri Tsk içerisindeki dış güçlerin emir elemanları idi.

15 Temmuz İsyanı bir darbe teşebbüsü değildi. Başaramayacaklarını bildikleri halde bu hamleye giriştiler.Bu bize gösteriyor ki 15 Temmuz İsyanını düzenleyen hainler dışarıdan kimden emir alıyorlar ise o Emir aldıkları Türk Ordusuna karşı saldırıya geçme hazırlığı içinde. İçerde ki Adamlarını Ordunun Komuta sistemini ve düzenini öncü bir parçalama emri ile dağıtmaktı ki en büyük hedefleriydi. Çünkü Bölgesel ve Küresel Savaş Öncesi Türk Ordusuyla karşı karşıya gelecek onlar güçler için kadro açığı oluşmuş ve büyük tasfiyeler yapılmış ordu tam hedefledikleri düşman kıvamında. ???? Burası çok önemli ?

PLAN çok iyi organize edilmiş NATO emrindekiler ordu içerisindeki bir bölümü yönetime karşı hareketlendirecek, bu hareket neticesinde ordu kendi içerisindeki kargaşada natocular ve olmayanlar ile karşı karşıya gelecek halkın güvenliği ve asayişini sağlayan Polis ile Asker birbirine düşecek, emri alan ve uygulatan yüksek rütbeli nato subayları bir bölümü kaçacak çıkan arbede ve kaosta hedef olan yerler imha edilecek. Hedef teki Cumhurbaşkanı Erdoğan pasifize edilecekti. Bu birinci aşama fakat bence tehlike bitmedi ?
İkinci aşama Ordunun içerisindeki natocular tasfiye oldu ise, bu durum karşıklıksız olmaz bunun bir bedeli vardır. Burnuma pis kokular geliyor ! Çok iyi planlanmış bir oyunun içerisine Türkiye çekilmek isteniyor! Tsk'nın milli bir yapıya dönmesini hazmedemeyecek olanların bu işin arkasına monte edecekleri bir planı daha var? gibime geliyor! Bölgesel ve Küresel Savaşı körükleyecekler. Sınırlar teyakkuzda olacak!
17072016

DEVLET VE OPERASYON

DEVLET & OPERASYON
Eşi benzeri görülmemiş bir operasyonla karşı karşıya kaldık. Askeri ''militan'' moduna sokup bir terörist gibi sahaya sürdüler. Uygulanan bu metodu Terör-Darbe-Psikolojık-Savaş-Harp kitaplarında göremezsiniz.Bu operasyonun uygulayıcısı yerli aktörler olsada planı yabancı bir devletin terör uzmanı olan yabancı bir asker tarafından dizayn edildiği açıkça ortadır.Operasyonun komutası Pentagondur!!.
Ters okuma yapalım..
Kaçırılan uçakların iki ana hedef noktası vardı.Biri Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan.Diğer hedef noktası TBMM.Başkomutan ile 1920'de Devletin kurulduğu merkezi yok etmek istediler.Tarihsel bir mesaj veriyorlar.Biz o senelerde ABD mandasını Erzurum Kongresinde reddediyorduk.Bir süre sonra ise TBMM'yi kuruyorduk.O gün onların bize dayattığı konsepti reddediğimiz gibi bugünde aynı tavrı gösteriyorduk.
15 Temmuz 1840'da önemli bir anlaşma daha imzalanmıştı..
Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallık, Prusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası arasında Londra Antlaşması imzalandı.ABD-Almanya'ya karşı yeni bir anlaşma daha..Çünkü bu devletlerin hedefi İngilizler gibi sadece petrol arazileri değil.İstanbul ve Anadolu'yu istiyorlar.Kıyamete kadar da durmayacaklar.Bu yüzden devlet kadroları İngilizle ittifaka yanaştı.Büyük savaşa kadar da arka planda anlaşmaya devam edecektik..
Dayatılan ''Gladio'' konsepti reddedildi.1933'te İngilizler tarafından dayatılan Komunizm'in reddedildiği gibi..7 yıl içinde Mustafa Kemal'i tasfiye ettiler.1937'de ilan edilen Laiklik bile yetmemişti. 1955'te Adnan Menderes saf değiştirdi,5 yıl içinde darbe ile indirildi.Turgut Özal,Adnan Kahveci-Eşref Bitlis,Uğur Mumcu 4 ay içinde tek tek suıkasta uğradılar.NATO konseptine karşı gelen kim varsa öldürüldü.TSK 500 yıl önceki vizyonuna geri döndüğü için operasyon yedi. Devletin dış politikasının değişmesinde Ordunun direk etkisi var.Operasyon'un yıllar sonra yine TSK üzerinden gelmesinin sebebi bu..
Devlet operasyon olacağını biliyordu.Fakat ne zaman harekete geçeceklerini bilmiyordu.MİT'in görevi aslında zamanı bilmek.Fakat bu konuda sınıfta kaldı.Askerin ''militan'' olarak sahaya sürüleceği devletimizin aklına gelmemiştir.Bu darbeye ne kadar önlem alırsak alalım, bu metoda karşı gelmek imkansız.Havadan meclisi vuran bir uçağa karşı nasıl gelebiliriz ? Darbeyi bekleyen devleti ters köşeye yatırdılar.
Fakat Devlet'in her hamleye karşı bir B planı vardır:
Buda önceki darbe süreçlerinde kullanamadığımız halk gücü.Kitlesel dayanışmanın 4 yıl önce etütünü gezi olayında yapan devlet bugün tecrübesiyle milleti öne sürerek olaya el koydu.Tayyip Erdoğan'ın %50'yi zor tutuyoruz açıklaması,bugünler içindi.Osmanlı'da Sadrazam veya Vezirler isyan ettiğinde,Yeniçeriler olaya el koyar halk desteğini alırdı.Ordu-Millet dayanışması bizim geleneğimizdir.Yeniçeriler içinde bir grup isyan ettiğinde,halk askeriye içinde başka grupla dayanışma içine girer,olaya yine el koyardı.Biz Millet gücünü ne 31 Mart 1909 darbesinde nede ondan sonraki darbelerde kullanamadık.Devlet Millet için ,Millet Devlet için bu iki tabirede katılmıyorum. Devlet ve Millet birbirleri için vardır.Bölünmez bir bütündür.
TASFİYE!
Askeriye ve İstihbarat'ta Türk tarihinde görülmemiş,tasfiyeler olacak.Bu tasfiye hareketi sadece ''Gülen Örgütü'' ile sınırlı kalacağını sananlar yanılıyor.Bu konu hakkında geçmiş günlerde yazı yazmıştım.
Aylar önce ismini vermiştik.Asker kökenli biri İstihbarat'ın başına geçebilir..
Gülen hareketinin tasfiyesinden sonra karşımıza bir güçlü daha yapı çıkacak.2018'de Devletle açık şekilde çatışmaya girecekler.
Hanefi Avcı'nın bahsettiği ''Milli Damar'' örgütü..Bu örgüt Gülen hareketi kadar organize değil.Sayıları daha az olmasına karşın dar bir alanda etkili hamleler yapıyorlar.Kitlesel olarak iyi yayılamasalarda kara propaganda konusuda çok etkililer.İstemedikleri adamı 2 gün içinde aleme rezil ederler.Tayyip Erdoğan'ın yanında görünüp onu yalnızlaştırma politikası güdüyorlar.Hulusi Akar'ı istemeyen kişilere dikkat edin..!
ASKER!
Ordu eğer milli ise devlet içinde hain gözüken isimler korkudan milli olmak için adım atarlar.Osmanlı Devlet'inde ordu 17.yy'da milli olmaktan çıkmaya başladığı için diğer kurumlarda hainlerin sayısı artmaya başladı.Milli Ordu olduğunda devleti satmaya cesaret edemezler.Cemaatçileri bundan sonra takip edin.Hepsi saf değiştirmeye başlayacaklar.YAŞ'tan sonra Kılıçdaroğlu bile kanaat önderi olursa şaşırmayın.Türkiye değişiyor..4 Parti bugün tek yürek olarak birleşti. Selahattin Demirtaş eskisi gibi konuşamıyor.Ordu Politikaya el koydu.Tek sebeb bu.Korkudan titriyorlar..
DARBE!
Türkiye'de darbeler dönemi 2003 1 Mart tezkeresi günü TSK'nın devlet tarafından gelen emirle saf değiştirmesi üzerine bitmişti.Bugün yaşanan olay darbeden öte Türkiye Cumhuriyeti'ne kendi askeri üzerinden bir terör saldırısıdır.Başkomutanı'nı ve Meclisini yok etme girişimidir.1920'de Meclisi;Halk yani Kuvayi-Milliye ruhu koruduysa bugünde aynı ruh sokaklardaydı.Amerika'ya çok büyük mesaj verildi.Amerika bölgede bize muhtaç kalacak.O günleride göreceğiz..
EKİP!
2012'de yaptığım paylaşımda Erdoğan-Bahçeli-Baykal aynı ekipte diye yazmıştım.Bugünde Perinçek-Ümit Özdağ-Erdoğan aynı ekipte diyorum.Türkiye'nin önümüzdeki 3 yıllık sürecine bu isimler damga vuracak..
İsmail Hakkı Pekin'e dikkat.Askeri İstihbarat'ı tekrar dizayn edecek.
Osmanlı'da güçlü olan askeri istihbarat,Cumhuriyetle birlikte yok edildi.Milli kadroların yetişmesi zaman alıyor.Genç nesile yön verecek tecrübeli isimlerin görev başında olması gerekiyor.Onlar eski dönemin adamları diye geçmemek gerekir.Erdoğan hepsiyle ittifaka girdi.Devlet emri verendi!..
Aklımıza gelebilir,bunlar hain değil mi ?
Arkadaşlar kurumlarımız gladio tarafından dizayn edilmiş.Milli kadrolar aktif görevde değil.Ortada Devlet otoritesi kurum olarak yok.Bu isimler mecburen o dönem Gladio'nun kucağına düştü ve kullanıldı.2007'de Ergenekon ve Balyoz'da Cemaat tarafından tasfiye edilen de aynı kişiler.Devlet 200 yıl sonra geri döndü. Gladio'nun kucağından çıktılar.Tasfiye edilme sebebleri buydu.
Türk siyasetine damga vuran milli isimler Abdullah Çatlı,Muhsın Yazıcıoğlu ,Turgut Özal gladio içinde yıllarca yer almadı mı ?
Kalın Sağlıcakla..
**Mert Adaş**  

VATİKAN İÇERİSİNDEKİ MASON ve SİYONİZME TERS DÜŞEN PAPALAR


Yazımızın bu bölümünde Hıristiyan dünyasının merkezi konumundaki Vatikan'ın içine sızmış olan karanlık isimleri ele aldık. Elbette bu bölümün hazırlanmasındaki amaç, Hıristiyan dünyasını ve bu dünyanın dini liderlerini eleştirmek veya hedef almak değildir. Burada konu edilen kimseler, belli bir karanlık çevreyi temsil eden az sayıda kişidir. Bu kişilerin varlığından tüm Vatikan'ı sorumlu tutmak mantıklı ve akılcı bir yaklaşım değildir. Kuşkusuz Vatikan içinde de, ilerleyen satırlarda değineceğimiz kirli ilişkilere bulaşmış birkaç kişi olduğu gibi, bu kimselere ve temsil ettikleri ideolojilere karşı olan ve bunlara karşı amansız bir mücadele yürüten samimi ve dürüst kişiler de bulunmaktadır. Unutulmaması gereken önemli bir husus ise, hangi inanca mensup olursa olsun, kötülüğe karşı olanların iyilik ve güzellik için ittifak etmesi, dünyayı, özlem duyulan barışa ve huzura götürecek olan en önemli adımlardan biridir. Bu doğrultuda, Müslümanlarla samimi dindar Hıristiyanların ve elbette Yahudilerin, insanlığı felaketlerin içine sürükleyen dinsiz ideolojilere karşı yürüteceği fikri mücadele büyük önem taşımaktadır. Hıristiyan dünyasının içine sızmış karanlık unsurların deşifre edilmesi bu nedenle de çok önemlidir.
Masonluk, Katolik Kilisesi tarafından yüzyıllar önce "dinsizlik" olarak tanımlanmış ve herhangi bir Hıristiyanın mason olması yasaklanmıştı. Masonluk, en büyük düşmanlardan biri olarak kabul edilmişti.
"1738'de masonluğa karşı bir Papa Emirnamesi yayınlandı... Buna göre, Papa, hiçbir ayırım yapmadan tüm masonların açıkça Kilise'ye zarar vermeye ve bu şekilde Hıristiyanları İsa'nın getirdiği doğrulardan mahrum etmeye çalıştıklarını ifade ediyordu." (Ars Quator Coronatorum, Transactions of Quatuor Coronati Lodge, no. 2076, Cyril M. Batham, sf.2)
Fakat, yasak olan masonluk, zamanla Vatikan'a sızmaya başladı. Vatikan tarihine bir bakmak bunu anlamak için yeterlidir:
"Vatikan Dış İşleri Bakanı Agostino Casaroli, mason." (La Trilaterale et Les Secrets du Mondialisme, Yann Moncomble, sf.138)
"İtalyan masonluğu açıkça politika ve dinle bağlantılıdır." (The Brotherhood, Stephen Knight, sf.270)
"Masonluğun Roma Katolik Kilisesi'nde sempatizanları, hatta üyeleri vardı." (The Brotherhood, Stephen Knight, sf.247)
"1973'te Kiliseye bağlı olan 'Kurtuluş Ordusu' isimli kuruluş ile masonlar arasındaki bağlantı dikkatleri üzerine çekti. Aynı yıl 19 Haziran'da, Dini İşler Sorumlusu Baden Hickman Ordu'nun görevlilerin herhangi bir mason locasına girmelerini yasakladığını söyledi. Daha sonra yapılan araştırmalar sırasında İngiltere'de üç adet kilise mensupları için özel loca olduğu öğrenildi. Bu localar, Standora Locası 6820, The Lodge of Constant Trust 7347 ve Lubilate Locası 8561. Avustralya Melbourne'da da bir diğeri vardı: Haçlılar Locası..." (Ars Quator Coronatorum, Transactions of Quatuor Coronati Lodge, no. 2076, sf.5)
"Aynı dönemde kendine 'Anglo-Katolik' sıfatını uygun gören biri "Masonluk Üzerine Bazı Yansımalar" adlı bir kitap yayınladı. Bu kitapta masonik faaliyetlerle ilgili geniş bilgi bulunmamakla beraber Fort Newlon, Lawrence, de Castello ve Woodford gibi mason rahiplerin çalışmalarına geniş yer verilmekteydi. Yazar, şöyle bir iddiada bulunuyordu: 'Tehlike şudur ki, İsa'nın en büyük düşmanı kiliseyi yönetiyor'." (Ars Quator Coronatorum, Transactions of Quatuor Coronati Lodge, no. 2076, sf.5)
"Bir başka din adamı Dr. Cawthorne şöyle yakınıyordu: 'Masonluk öğretisi açıkça anti-Hıristiyandır. Rica ediyorum artık hiçbir kilise mason locası olarak kullanılmasın'." (Ars Quator Coronatorum, Transactions of Quatuor Coronati Lodge, no. 2076, sf.17)
Grand Orient (Fransız Büyük Locası)-Vatikan bağlantısı, masonluğun Hıristiyan alemine ne derece sızdığını göstermektedir:
"Grand Orient, İngiltere Bankacılık kuruluşları ve uluslararası banker Meyer Amshel Rothschild tarafından finanse edilmiştir. Bugün Grand Orient; Trilateral Komisyonu, Bilderberg Grubu ve tüm dünyadaki sosyalist partilerle yakın ilişki içindedir. Bağlantıları Vatikan'a kadar uzanmıştır ve geçen seneler boyunca önde gelen Katolik Kilise mensuplarının anti-Hıristiyan Grand Orient'in gizli üyeleri olduğu söylenmiştir." (The Spotlight, 4 Ocak 1993)

Vatikan'a Sızan Masonların Kara Para İlişkileri
"Vatikan şehrinin çevre duvarının etrafında bir tur yapılsa bir saatten fazla sürmez, ama Vatikan'ın servetini saymaya kalksalar, bu şüphesiz çok daha uzun sürer." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf. 130)
Vatikan, İtalya'nın içinde küçük bir şehir-devlet. Papa'nın ülkesidir, ama Papalığın içine sızan masonik bir örgütlenme, burayı dev bir kapitalist organizasyona dönüştürmeye çalışmıştır.
Vatikan, bütün Hıristiyan aleminden asırlardır büyük bağışlar alıyordu. Bu bağışların işletilmesi için Vatikan'da bankaların kurulması, bu küçük toprak parçasını mafya-masonluk ikilisinin önemli bir hedefi haline getirdi. Vatikan bankalarının elinde biriken dev servet, dünyanın diğer sermayedarlarıyla ortak olma sonucunu getirdi. Sonuçta, Vatikan, Rothschild, Morgan gibi uluslararası Yahudi bankerlerle ortak hale geldi:
"Vatikan Gmbtt'ın kolları bütün dünyaya yayılmıştı. Başka bankalarla sıkı bağlar örülmüştü. Paris ve Londra'daki Rothschild bankacılık sistemi 19. yy'dan beri Vatikan'la iş yapıyordu. Nagara (Papa Pius XI'in yakın dostu), Vatikan Mali İşler Bakanlığına seçildiğinden beri, işlerin çapı ve iş ortaklarının çapı daha da genişledi: Bunlara şu bankalar sayılabilir: Crédit Suisse, Hambros, J.P. Morgan Bank, Chase Manhattan Bank, First National, Continental Bank of Illinois, Bankers Trust Company New York, sonuncusu Nagara New York Borsası'nda kıymetli evrak alıp satmak istediğinde kullanılırdı. General Motors, Gulf Oil, General Electric, Bethleem Steel, IBM, ve TWA gibi şirketlerde Vatikan'ın ortakları vardı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.137)
"Nagara Vatikan'a General Motors, Gulf Oil, General Electric, Bethhem Steel, IBM, ve TWA'dan da hisseler alınmıştı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.138)
Uluslararası Yahudi şirketleri ile ortak hale gelen Vatikan, öte yandan mafyayla da bağlantı kurdu. Vatikan, İtalya'daki ayağını P2 Locası'nın oluşturduğu mafyanın para aklama merkezi oldu. Vatikan'ın parası ve bankaları "kutsal" olarak kabul ediliyordu. İtalyan mafyası, P2, dışarı para çıkarmak istediğinde parayı Vatikan bankasına yatırıyor, oradan yurtdışındaki bir başka bankaya yollatıyordu. Vatikan'ın bu bankalarına ise kimse sorgu-sual edemiyordu. Yurtdışından para sokmak için de aynı yöntem kullanılıyordu:
"Amerikan mafyasının sınırlarla problemi yoktu. Aklanmış paranın bir kısmını İtalya'ya sokmak istediğinde, bunu Vatikan Bankası üzerinden yapıyordu." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.181)
"Mafyanın Vatikan Bankası'na, İtalya'dan para giriş çıkışları için hizmet etmesinden dolayı, Vatikan en sonunda para aklama işlemlerinin sahibi durumuna geldi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.180)

Vatikan Masonlarına Ters Düşen Papa:
I. Jean Paul
Vatikan'a 1978 yılında yeni bir papa seçildi: Papa I. Jean Paul. I. Jean Paul, biraz farklı bir papaydı. Vatikan'da bir şeyler döndüğünü hissediyordu. Papa seçilmeden bir süre önce Vatikan Bankası'nı, bu bankanın bağlantılarını araştırmaya başladı. Kardinalleri, piskoposları araştırdı. Sonuçta çok ilginç noktalara vardı. P2 Mason Locasının Vatikan'la bağlantılarını ve "Büyük Vatikan Locası"nı, bu locaya üye olan 121 kardinali, piskoposu ve rahibi keşfetti. Oysa masonluk asırlar öncesinden kilise tarafından "dinsizlik" olarak tanımlanmıştı. Bu sisteme engel olmaya çalıştı. Fakat papa seçildikten 33 gün sonra faili meçhul bir zehirlenme ile hayatını kaybetmesi, "tehlikeli" çalışmalarının sonu oldu.
I. Jean Paul, henüz papalığa seçilmeden önce Vatikan'ın mali işlerinde bir "karışıklık" olduğunu fark etti:
"Papa I. Jean Paul, henüz papa seçilmeden önce, Vatikan'ın finansal problemleriyle ilgili birçok şikayete maruz kaldı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf. 125)
"31 Ağustos'da İtalya'nın önde gelen ekonomi gazetelerinden Il Mondo'da I. Jean Paul'e uzun bir mektup yayınlandı. Mektuptaki sorular şöyleydi:
'Vatikan'ın finans marketlerinde spekülatör gibi davranması hak mı? Vatikan'ın kendi bankası diye adlandırdığı bir bankanın İtalya'dan başka ülkelere, kanun dışı sermaye transferi yapması hak mı? Bu bankanın İtalya'daki bazı kişilerin vergi kaçırmasına yardım etmesi hak mı?" (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.123)
Vatikan hakkında bu tür şeyler eskiden beri söyleniyordu. Fakat I. Jean Paul, bunların doğru olup olmadığını ilk kez araştırmaya başladı. Araştırdıkça da mason localarını ve Vatikan'daki kontrollerini fark etti:
"Papa I. Jean Paul'ün dikkati gizli, kanundışı olan ve çalışmayla gücü ve zenginliği birleştiren, İtalya'nın çevresine yayılan bir mason locası üzerine yoğunlaştı.
Bu locanın adı P2 idi. Bu loca Vatikan'a derinlemesine nüfuz etmişti. Papazlarla ve piskoposlarla ilişkisi ve bizzat kardinallerle bağlantısı vardı. Papa I. Jean Paul, P2'yi kilisenin vücudunda yaşayan ve yok edilmesi gereken zararlı bir virüs olarak gördü." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.13)

Vatikan'da P2 Biraderleri:
Banker Sindona, Piskopos Marcinkus, Kardinal Cody
I. Jean Paul'ün masonluk-mafya-Vatikan bağlantısını araştırırken karşılaştığı birçok isim vardı. Bunların en önemlileri Vatikan Bankası'nın Başkanı mason Piskopos Marcinkus, önceki Papa VI. Paul tarafından göreve getirilen Vatikan'ın mali danışmanı P2 üyesi Sindona ve onlarla ortak çalışan Kardinal Cody idi. Jean Paul araştırdıkça, bunların P2 üyesi olduklarını ve diğer bir P2 üyesi Banker Calvi ile çalıştıklarını buldu. Hepsinin ardında da P2 üstadı Licio Gelli vardı elbette.
I. Jean Paul, Vatikan'ın mali işlerindeki anormalliği araştırırken, ilginç bir alışveriş işlemi gerçekleşti. Vatikan Bankası'nın büyük hissesine sahip olduğu ve "Papazların Bankası" olarak anılan Banca Cattolica Veneto, P2 locasının üyelerinden Banker Calvi'ye satıldı:
"Papazların Bankası olarak anılan Banca Cattolica Veneto, patrikliğin haberi olamadan gizlice sahip değiştirdi. Bankayı satan Vatikan Bankası Başkanı Piskopos Paul Marcinkus, satın alan ise Banco Ambrosiano'nun Mailand şefi Roberto Calvi idi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf. 59)
"I. Jean Paul, olayı gizlice araştırmaya başladı. Roberto Calvi ve Michele Sindona gibi iki isim öğrenebildi. Öğrendiği şeyler tüyler ürperticiydi. Doğrudan Papa'ya gelecek bir suçlamanın varlığını anladı. Ayrıca Calvi ve Sindona'nın kilisenin önde gelenleri olduğunu ve Papa VI. Paul'ün yanında yüksek itibar sahibi olduklarını öğrendi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.60)
I. Jean Paul'ün bulduğu isimler gerçekten çok önemliydi. Bunlara sırayla göz atılırsa; Vatikan'ın mali danışmanı olan Sindona, tüm dünyada kritik bağlantıları olan bir mason, eroin ticaretinden Latin Amerika diktatörlerine uzanan bir zincirin önemli bir halkası, tam anlamı ile kirli işler uzmanıydı:
"Sindona, mafyanın bankeriydi ve yönettiği paraların önemli bir kısmı, doğrudan eroin ticaretinden geliyordu. Bu adam, Papa VI. Paul'ün Vatikan'a mali danışman olarak seçtiği ve İtalya'daki kilisenin bugünkü ekonomik durumunu inşa etmesini güvenle rica ettiği adamdı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.172)
"Sindona'nın mason locası Propaganda 2, kısa adıyla P2 ve üstadı da Licio Gelli idi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.159)
"Sindona mafya ve P2 Locası'ndaki biraderleri tarafından korunmuştu." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.281)
Sindona'nın Vatikan'a yaklaşmasının nedeni de, para aklama politikasından kaynaklanıyordu:
"Cambino ailesi, (Bir mafya ailesi, dünya çapında iş çeviriyorlar, özellikle New York ve Palermo'da) Sindona'yı, bu ailenin eroin işinden kazandığı paranın yatırımını yeniden organize etmek için görevlendiriyor. Bu ailenin bir para aklayıcıya ihtiyacı vardı. Sindona büyük miktarda sermayeyi İtalya dışına ve içine taşıması gerektiğini anlamıştı. Ve bunu yaparken mali büroyu uyandırmaması gerektiğini biliyordu. Sindona bu iş için ideal kişiydi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.151)
"Palermo'daki toplantıdan 17 ay sonra Sindona mafya paralarının yardımıyla ilk bankasını satın aldı. O ekonomi gangsterliğinin ana kuralını anlamıştı: Eğer bir bankayı yağmalamak istiyorsan, onu satın al." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.152)
"Sindona İtalyan bankalarından Vatikan Bankası yoluyla Schweizer Bank (İsviçre Bankası) kasalarına, kendisine ve Vatikan'a ait kanundışı döviz ve kapital transferi yapıyordu. Bu Vatikan'ı, kutsallığını fakirlerin hayrına yönlendirmek yerine, tam tersine İtalya'nın dışına kirli para akmasına yardım eder hale getirmişti." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.173)
Sindona'nın Vatikan üzerinden aklayarak dışarı çıkardığı P2'nin kirli paraları, Latin Amerika'nın faşist diktatörlerinin finanse edilmesinde kullanıldı. P2 Locası, İsrail ve Mossad'ın da büyük yardımını alan bu faşist rejimlere destek olmak için bir ekip oluşturdu:
"Sindona, Licio Gelli'nin üstadı olduğu P2'nin adamlarından etkin bir takım oluşturdu ve bu adamlar Arjantin, Paraguay, Uruguay, Venezuella ve Nikaragua'ya hükmettiler. Sindona, o zamanın Nikaragua Diktatörü Somoza hakkında Romalı bir avukata şunları söylüyordu: Somoza gibi adamlarla çalışmayı tercih ediyorum. Bir diktatörle, bir demokratik rejimle başa gelmiş kişiye nazaran çok daha iyi iş yapılabilir. Bunun gibilerde çok kontrol olur. Onlar dürüstlüğe inanır ve bu da banka işleri için kötüdür." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.184)

I. Jean Paul'ün bağlantılarını keşfettiği diğer bir önemli isim de Vatikan Bankası Başkanı mason Piskopos Marcinkus idi:
"Marcinkus, Papa Paul tarafından Vatikan Bankası Başkanlığına atanmıştı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.179)
I. Jean Paul, Papa seçilmeden önce, o anki Papa'ya, VI. Paul'e gitmiş ve mali konulardaki şüphelerini anlatmıştı. Bu olayın ardından Marcinkus'la yaptığı görüşme, I. Jean Paul'ün olayın boyutlarının farkına varmasına yardımcı oldu:
"Ortada dolaşan söylentilere göre, I. Jean Paul, Papa VI. Paul'e mali konulardaki problemlerden bahsetmiş, Papa ise şu cevabı vermişti: 'Mali durumumuz henüz düzelmedi. Sen en iyisi Monsenyör Marcinkus'a git ve şikayetini dile getir.' I. Jean Paul, Marcinkus'un bürosuna gitti ve Banca Cattolica Veneto'nun Roberto Calvi'ye satılışı ile ilgili şikayetini aktardı. Konuşması bittikten sonra Marcinkus ona kapıyı gösterdi ve şöyle dedi:
'Sizin bugün yapacağınız daha iyi bir iş yok mu? Siz kendi işinize bakın, ben de kendi işime bakayım." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.242)
I. Jean Paul, adeta "kurtlar sofrası"ndaydı. Şikayete gittikleri, işin başını çeken kişilerdi:
"Marcinkus'un sorumluluğu doğrudan Papa VI. Paul'e karşıydı. Papa'nın, Marcinkus'un ne kadar pisliği gizlediğini bilmediğini düşünmek çok çocukça bir şey olur." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.365)
Bunların yanı sıra, Vatikan Devlet Sekreteri mason Kardinal Villot, "Vatikan'ın Kissinger'ı" olarak anılan Vatikan Dış İşleri Bakanı mason Kardinal Casaroli, P2 ile ortak çalışan Şikago'dan Kardinal Villot gibi isimler de Papa'nın ters düştükleri arasındaydı.
"Cody Vatikan'ın ortasında kendi mafya ve P2'sine sahip gibiydi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.421)

Papa'nın Keşfettiği "Büyük Vatikan Locası"
I. Jean Paul, 26 Ağustos 1978 günü Papa seçildi.
Papa I. Jean Paul, bir süre sonra Vatikan'la ilgili çok önemli bir bilgi daha buldu. Bulduğu, masonluğu dinsizlikle eş değer tutan Katolik inancının merkezindeki "Büyük Vatikan Locası"ydı!
"P2 bir çok şeyle ilgilendiği gibi Vatikan'la da ilgileniyordu. 1978 Eylülü'nün ilk günlerinde Papa I. Jean Paul, gizli bir emirle, alışılmışın dışında bir haber ajansı olan Osservatore Politica (O. P.)'nın abone listesine isminin eklendiğini keşfetti. Ajans tek kişilik bir işletmeydi ve Mino Pecorelli adında bir gazeteci tarafından yönetiliyordu. Osservatore Politica'nin okuyucuları arasında yüksek mevkili politikacılar, gazeteciler ve önemli olayları önceden bilmeye önem veren kişiler vardı. Bu kişilere şimdi Papa I. Jean Paul de dahildi.
Eylül ayının ilk günlerinde Papa I. Jean Paul'ün gözüne buradaki bir yazı takıldı, bu yazıda 'Büyük Vatikan Locası'ndan bahsediliyordu. Bu listede mason oldukları iddia edilen 121 isim vardı. Bu 121 kişi arasında, yeni kişiler olmakla birlikte, birçok kardinal, piskopos ve diğer yüksek rütbeli kişiler vardı. Bu veriler Luciani'nin (Papa I. Jean Paul) masonlarla çevrilmiş olduğunu gösteriyordu. Ve mason olmak normal olarak Kilise'den çıkarılmakla eş değerdi!
Kardinallerin Papa seçimi için toplandıkları yerde birçok önemli pozisyondaki 'Papa adaylarının' mason olduğu dedikodusu dolaşıyordu. Şimdi 12 Eylül'de yeni Papa bu isim listesine sahipti. Papa I. Jean Paul olaya bir din adamının kesinlikle bir locaya dahil olamayacağı noktasından hareket ederek baktı. O bir kısım, kendisinin de tanıdığı, yeni katoliklerin mason localarında olduğunu biliyordu. Bununla birlikte yaşamayı öğrenmişti, ama iş din adamlarına gelince olayı katı değerlendiriyordu. Roma Katolik Kilisesi uzun zaman evvel masonluğu çok açık bir şekilde reddetmişti. Kuşkusuz yeni Papa konu hakkında konuşmaya hazırdı, ama 121 loca üyesinin isminin yazılı olduğu bir liste bir tartışmanın başlangıcı için fazlaca cesur idi. Devlet Sekreteri Kardinal Villot, Loca ismi Jeanni, loca numarası 041/3, 6 Ağustos 1966'da bir Zürih Locası'na alınmıştı. Vatikan Dış İşleri Bakanı Kardinal Agostino Casaroli, Kardinal Ugo Poletti, Roma temsilcisi Kardinal Baggio, Vatikan Bankası'ndan Piskopos Paul Marcinkus ve Monsenyör Donato de Bonis, hepsi masondu.
Şaşkın olan Papa, Vatikan'ın 'Kim Kimdir?'i gibi bir liste tutuyordu elinde." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.245,246)
Bütün bunları öğrenen Papa I. Jean Paul, Vatikan'daki bu masonları temizlemek için bir plan hazırladı. Kilit noktalardaki biraderleri yavaş yavaş Vatikan dışına göndermeyi amaçlıyordu.
"Marcinkus, I. Jean Paul'le karşılaştıktan sonra Banka'nın makam dairesine geri döndüğünde, bir dostuna güvenerek şöyle dedi: 'Buradan ayrılabilirim, bu Papa'nın diğerlerine göre çok farklı görüşleri var. Burada değişiklikler olacak. Çok büyük değişiklikler.' Marcinkus haklıydı. I. Jean Paul, o gün öğleden sonra Villot'a, Marcinkus'un hemen görevden ayrılması gerektiğini söyledi. Bir ay veya bir hafta sonra değil, hemen ertesi gün." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.293)
"Papa'nın Baggio'yu Roma'dan Venedik'e gönderme kararının birçok sebebi vardı. Bunun en önemlisi ise Luciani'nin elde ettiği şu bilgiydi: Mason Baggio, Loca ismi Seba, Loca No - 85/2640/, 14 Ağustos 57'de locaya alınmış." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.291)
Vatikan'ı masonlardan temizleme yönündeki bu çabası ise, Papa için sonun başlangıcı oldu...

Papa'ya P2'den 'İtalyan Çözümü'
Papa'nın bu beklenmedik hareketi, P2 kurmayları arasında büyük bir tedirginliğe neden oldu. Bunun üzerine, hiç vakit kaybetmeden Papa için kesin karar verildi: "İtalyan çözümü."
"Sindona için problemler İtalya'da, özellikle Vatikan'daydı. Eğer Marcinkus devrilirse Calvi'yi de götürürdü, eğer Calvi düşerse Sindona'yı da beraber çekerdi. Problemlerini cinayetlerle çözmeye alışık bir adam, kendisine İtalya'da bir tehdit oluşturan Papa'yı öldürmeyi istemez miydi? Sindona, Calvi, Marcinkus, ve Kardinal Cody: 28 Eylül 1978'de bütün bu adamların, belirli konularda karar alan Papa I. Jean Paul için kötü şeyler planlamalarının sebepleri vardı. Başlarına gelen olayların korku verdiği iki adam daha vardı Licio Gelli ve Umberto Ortolani. 28 Eylül'de altı adama bir yedincisi de eklendi. Luciani'nin kendilerine karşı planladığı tedbirleri öğrenen Vatikan'ın Devlet Sekreteri Kardinal Villot. Villot, korkuyu öğrenmişti." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.283)
"Cody, Marcinkus, Villot, Calvi, Sindona, Gelli. Bu adamlardan en az bir tanesi 28 Eylül akşamı veya 29 Eylül sabahı gerçekleşecek bir plan yaptı. Plan İtalyan çözümünün uygulanmasından doğdu: Papa ölmek zorundaydı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf. 300)
Ve 29 Eylül 1978'de İtalyan çözümü gerçekleşti. Papa I. Jean Paul şüpheli bir ölümle hayata gözlerini yumdu. Fakat P2'nin adli tıbba, savcılıklara uzanan kolları olayın örtbas edilmesini ve normal bir ölüm gibi gösterilmesini sağladı.
"I. Jean Paul, 100 yıldan beri tek başına ölen ilk Papaydı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.300)
"Papa öldürüldü. Ama hiçbir otopsi yaptırılmadı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.312)
"İtalya'da Papa'nın enfarktüsten ölüp ölmediğini yargılayabilecek birisi varsa o da Profesör Giovanni Rama'ydı. Rama 1975'ten beri Papa'nın tedavisini yapıyordu. Fakat, Papa'nın Vatikan'daki ölümüyle alakalı hiçbir şekilde Rama ile bağlantı kurulup, konuşulmadı. Profesör Doktor Rama, 'Beni çağırıp Papa'nın cesedini incelememi istememelerine çok şaşırdım' dedi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.352)
İtalyan usulü çözümün sahipleri ise Vatikan'daki kurulu düzenleri sayesinde "iş"lerine devam ettiler:
"Villot, Cody, Marcinkus, Calvi, Sindona, Gelli: Katil zanlısı olarak her biri kuvvetli bir faktör oluşturuyor. Kardinal Villot, Vatikan Devlet Sekreteri makamını korumak, diğerlerini makamlarına zarar gelmesine karşı korumak için Papa'yı öldürmüş olamaz mıydı?
Kardinal Cody, kendisini Chicago'daki mevkiinden uzaklaştırmaya çalışan Papa'yı Vatikan'daki arkadaşları yardımıyla öldürmüş olamaz mıydı? Bir banka enstitüsünde söz sahibi olan Piskopos Marcinkus, Institute per le Opere Religiose'nin (Vatikan Bankası'nın) Başkanı olarak kalmak istediği için cinayet işlemiş olamaz mıydı?" (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.353)
"Savcılığın yaptığı normal bir araştırmada bu üç adam (Villot, Cody, Marcinkus) birçok soruyu cevaplandırmak zorundaydılar. Bugün beş yıl sonra bu yolla bir açıklama artık mümkün değil. Villot ve Cody öldüler, Marcinkus ulaşılamaz bir şekilde Vatikan'da oturuyor." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.354)
"Kim Papa'yı öldürdüyse bunu boşuna yapmadı. Villot Devlet Sekreteri olarak kaldı. Cody mevkiini korudu. Marcinkus ve yardımcıları Mennini, De Strobel ve de Bonis Vatikan Bankası'nı yönlendirmeye devam ettiler ve Banco Ambrosiano ile olan işlerin gelişmesini sağladılar. Calvi, adamları ve P2'nin üstadı Gelli ile Ortoloni, Vatikan Bankası'nı kalkan olarak kullanarak zimmete para geçirip, hilekarlıklarını devam ettirdiler. Wojtyla (Polonyalı Kardinal), I. Jean Paul'ün Kardinal Cody'nin ayrılmasına karar vermesine sebep olan belgeleri elinde tutuyordu. O ayrıca Vatikan'da masonların sözünün geçtiğini gösteren belgeleri elinde tutuyordu." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.364)

Sözde Muhafazakarların Locası: Opus Dei I
Jean Paul'ün tasviyesinin ardından Papa seçilen II. Jean Paul, masonlarla iyi geçinmek durumunda kaldı. Bunun bir sonucu olarak da, Kilise içinde oluşmuş olan bir loca, Papa tarafından "kutsandı":
"Papa II. Jean Paul seçimi olayların yönünün tam tersine, eski Papa VI. Paul'ün fikirleri doğrultusunda değiştirdi. Örnek olarak masonluğun Vatikan'a nüfuz etmesini alalım. Yeni Papa, yalnızca çeşitli localardan gelen masonların Vatikan sınırları içine girmelerine izin vermemiş, aynı zamanda da kilisenin içinde oluşan bir locaya hayır duası etmişti. Locanın adı Opus Dei idi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.365)
Opus Dei, muhafazakarların locası:
"Bu Katolik tarikat birçok açıdan P2'ye yakın ve genel olarak Kilise içinde ve Vatikan şehrinde artan bir kuvvet...
Opus Dei, uluslararası mesafeye uzanan Katolik bir organizasyon. Üye sayısı sınırlı tahminlere göre 60.000 ve 80.000 arasında, ama etkisi önemli ölçülerde. Opus Dei gizli bir teşkilat ve kilise adaletine göre kesin olarak yasaklanmış. Buna rağmen, Katolik kilisesinin uç sağ kanadını bir vücutta toplamış ve birçok taraftarı olduğu gibi birçok düşmanı da olmuştur. Üyelerinin sadece yüzde beşi din kesiminden olup bu küçük bir kısmını oluşturuyor, kalan kısım her iki cinsten olup yeni katılanlardır. Her tür kesimden üyesi var. Toplumun akademik ve politik olarak yüksek seviyelerine gelecek olan öğrencileri kendisine çekmek için çaba gösteriyor. Dr. John Roche, Oxford Üniversitesi'nde doçent ve eski bir Opus Dei üyesi. Teşkilatı kötü niyetli ve gizli olarak karakterize ediyor." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.366)
Opus Dei'yi, sadece Vatikan'da değil, faşist diktatör Franco'nun ya da Hırvatistan'daki faşist örgütlenmelerin hemen yanında da görmek mümkündür.
"Üç tane Opus Dei üyesi, 60'lı yıllarda, İspanya diktatörü Franco'nun kabinesinde görev aldı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.367)
Sözde dini kuruluş Opus Dei, P2 ve diğer localarla ortak hareket eden bir kapitalist organizasyondur:
"Opus Dei aynı zamanda çok büyük bir zenginliği de ifade ediyordu. Jose Mateos, İspanya'nın en zengin adamı, Opus Dei'ye milyonlar vermişti. Bu paranın önemli bir kısmı onun Calvi'yle İspanya ve Arjantin'de yaptığı kanun dışı işlerden geliyordu. P2 görevlisi (katibi) ve Opus Dei görevlisi iş birliği içindeydi." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.368)
Olayı özetlersek, Papa VI. Paul'den sonra "Güler yüzlü" Papa diye de tanınan Papa I. Jean Paul'e, Papa seçilmesinden 33 gün sonra P2 tarafından "İtalyan çözümü" uygulandı. Siyonist sermayeli şirketlerle Vatikan'ın ortaklığı, Vatikan'ın içine Siyonizme hizmet eden unsurları dahil etmişti. Papa I. Jean Paul adıyla göreve başlayan Venedik Kardinali Albino Luciani, Vatikan'ın mali hesaplarına el koydu. Bunun üzerine Siyonizme ters düşen diğer Papalar gibi Papa I. Jean Paul de P2 Mason Locasının emriyle susturuldu. Vatikan'ın gerçek yöneticisi Kardinal Marcinkus P2 üyesi ve P2-mafya-Vatikan üçgeninin kilit ismiydi. Bütün bunlar, Vatikan'da neler döndüğünün bir göstergesiydi. Aforoz edilen masonluğun, Hıristiyan dünyasının merkezini bu denli sarmış olması, çok dikkat çekiciydi.
"Bir Katoliğin bir mason locasına üyeliğine müsade edilmediği ve bu bağlılığın cezalandırılacağı 1738'den beri geçerliydi. Vatikan tabii ki hiçbir açıklama yapmıyordu bu sefer. Bütün P2 locasında olan 'iyi Katolikler' İtalyan yargı makamının eline düşmeden isimlerini loca listelerinden sildirmek için plan yapıyorlardı." (Im Namen Gottes?, David A. Yallop, sf.400)