22 Mart 2015 Pazar

Tapınak Şövalyeleri

Tarihin en gizemli topluluklarından bir tanesi Tapınakçılar ailesi. Mason cemiyetlerinin bu şövalyelere sahip çıkması ve varlığını inanılır hale getirmesi hala araştırılmakta ve tartışma konusu olmaktadır.
1099 senesi, Kudüs ve Filistinde bulunan kutsal topraklar ve eserler Haçlıların eline geçti ve bu müslümanları fazlasıyla huzursuz etmekteydi. Türklerin sürekli baskı altında tuttukları
Haçlılar bu konuda rahatsızdı ancak topraklar onların ellerindeydi. Kutsal bölgeye sürekli Haçlı orduları adına Hıristiyan hacı adayları ziyarete gelmekteydi ve bunun için Haçlıların tedirginliği her geçen gün artmaktaydı. Müslümanların küçük bir saldırısı hacı adaylarını zor durumda bırakabilirdi. Güçlü bir koruma ancak onları bu korkudan ve tehditten uzak tutabilirdi.
Dönemin 9 güçlü şövalyesi imparator tarafından görevlendirildi ve bu kutsal bölgeler onlara emanet edildi. Tapınak şövalyeleri hem rahip,hem hacı adayı hem de bir askerdi ve kendilerine ait kuralları vardı onlar farklıydılar bembeyaz elbiseleri üzerine kızıl hac işareti ile müslümanlara korku salmakta ve güvenliği elinde tutmaktaydılar.
Tapınak Şövalyelerinin Farkı Nedir?
Tapınak şövalyeleri,donanımlı ve bir askerden çok daha farklıydı. Kimileri onlar için cani tanımlaması yaparken kimileri ise dinin en büyük temsilcileri tanımlamasını uygun görmekteydi. Tapınak şövalyeleri her an hacı adaylarına yol gösterip onlara yol boyunca eşlik etmekte yükümlüydüler onların döneminde hiçbir hacı adayına zarar gelmemiştir ve bu onların Hristiyan dünyasında farklı olduğunu ve üstün özelliklere sahip olduklarını ön plana çıkarmıştır. Hacı adaylarına göre şövalyeler tanrının en büyük yardımcısı ve sağ koluydu ve önemli bir görev için bu dünyaya gönderilmişti.
Müslümanlarla İlişkileri Nasıldı?
Hıristiyan olmalarına rağmen müslümanlar tapınakçılarla fazlasıyla iyi geçinmekteydi. Bazılarına göre müslümanlardan para alan şövalyeler kötü askerlerdi ve cinayet işlemeyi severlerdi. Yapılan araştırmalar tapınakçıların aksine cinayet işleyen bir topluluk değil yardımsever bir topluluk olduğunu ortaya koymuştur. Müslümanlar tapınakçılara saygı duymaktaydı çünkü şövalyeler kendi dinlerine göre kutsal bir görev için yaşamaktaydılar. Müslümanlarla konuştukları ve onları kendi dinlerine davet ettikleri söylenmektedir.
Tapınakçıların Sonu:
Tapınak şövalyeleri son dönemde haraç alma ve egemenlik politikası uygulamaya başlamıştı. Kutsal bölgeler müslümanların eline geçtikten sonra tapınakçılar artık görevlerinden uzaklaşmaya başladılar ve yalnızca kendileri için çalıştılar. Asıl amaçları tarikatı yaymak ve bu politika doğrultusunda hareket etmekti. Paraya olan düşkünlükleri ve zenginlik hedefleri Philippe le Bel’in dikkatini çekmekteydi.(Fransa Kralı) Harika bir komplo teorisi ile tapınakçıları tutuklatmayı başardı. Bu efsane şövalyeler kendilerine yüklenen suçların çoğunu kabul ederek dağılmayı göze aldılar ve işkenceye maruz kalarak yok oldular.


















19 Mart 2015 Perşembe

ARTIK TUTSAKLIKTAN ÇIKMAK GEREK

                                                   

                                        ARTIK TUTSAKLIKTAN ÇIKMAK  GEREK



    Türkiye gelmiş geçmiş büyük sorunların, en büyük yıkımların ve en önemlisi tutsaklıkların pençesinde savaşını vermektedir. Ulusal varlıklarımız, yeraltı ve yerüstü zengin doğal kaynaklarımız
yabancı sermaye,yabancı madencilik şirkettlerine rahatça pazarlanmış ve de pazarlanabilmektedir.
bu bağlamda, neresinden bakarsak bakalım büyük bir tutsaklık gizli bir içten içe hakimiyetimizi elimizden alma planı olduğu söylense yalan da  olmaz hani..
   
    Emperyalist Avrupa Birliği' nin dayatmış olduğu uyum yasaları sayesinde Türkiye topraklarını,madenlerini ve zengin yeraltı kaynaklarını "işletme hakkı" , "mülkiyet hakkı" gibi konular ile tartışma zemini hazırlamıştır. Türk mühendisleri, Türk şirketleri her türlü koşulda etkisiz bırakılmaktadır.Yabancı şirketlerin bugün kimlerin elinde  olduğunu kimlerin emrinde olduğunu apaçık artık biliyoruz. Bu vesile ile kaynaklarımız, doğal zenginliklerimiz  günü birlik siyaset ve politika oyunlarına alet edilmektedir.

      Bu yanlış işlenen politikalar Türkiye' yi her anlamda bir zorlu tutsaklık savaşının içine itmiştir.Bu savaşın ortamında gerçekleşenler  ülkemizin  sömürgeleştirilmesinin görünür olmasını istemekle beraber, elimizden bir şey gelmez imajını da tüm dünyaya yaymaktır. Yabancı madencilik şirketleri ve onların Türkiye'deki  yerli  işbirlikçileri vakıflar,dernekler, sivil toplum örgütleri, etkili ajanları ile bilim adamı gibi, bilim insanı gibi görünümlü olup, çoğu gerçekleştirmek istediğimiz yerli mühendislerimizin  çok yararlı projelerine aleyhte  propaganda yapmışlardır.Güney Doğu Anadolu Projesi,hidro elektrik Santralleri, barajlar Türkiye'nin kalkınması için fırsattır. Fakat bunlar engellenmek istenmektedir. Sözde çevrecilerin  ilgi alanına girmeyen çevre sorunları bağlamında incelediğimiz gerçekler Türkiye'nin kalkınması için  yer altı ve yer üstü zengin doğal kaynaklarını kullanmasının engellenmesinin gündeme açısından önemlidir. Güney Doğu Anadolu Projesi bu bağlamda çok önemilidir. Bor,Toryum, Neptunyum madenlerinin varlığı Türkiye'yi daha da güçlü kılarken bu gücü bilen ve göz diken emperyalist ülkelerin karşı projeleri ve engellemeleri bizi her anlamda etkiliyor. Bununla birlikte sır ölümler, mühendislerimizin başına gelen uçak kazaları ve talihsiz ölümler, intihar vakaları ardı ardına gelen ölümler bitmek bilmiyor.Birileri yada bir güç bizim ilerlememizi istemiyor.

     Türkiye büyük bir güç ve güçlü bir ülke, Türkiye dışa bağımlı değil dış bize bağımlı.Türkiye jeopolitik konumuyla  orta dengede bir ülke,ve zengin yer altı kaynakları her türlü Türkiye'nin ihtiyacını her yönden karşılayacak nitelikte.  Bu gücün ve zenginliğin farkına çok çok öncelerden bile varılmış. Osmanlı padişahı cennet mekan Sultan Adülhamid Han bakınız o zaman ki şartlarda bile projesi yapılan ve düşünülen GAP için neler demiş;
 "Dicle ile Fırat nehirlerinden önüne setler kurulması yoluyla istifade suretiyle akıllıca bir sulama tertibatı kurabilirsek, şimdi çok kurak olan yerleri bundan binlerce sene evvel olduğu gibi cennet haline dönüştürebiliriz."  Abdülhamid Han zamanında uygulamaya konulan proje kapsamında binlerce kilometre şose ve demir yolu inşa edilmiş. Konya Ovası Sulama Projesi gibi benzeri birçok sulama tasarısı hayata geçirilmiş. Hasan Fehmi Paşa, yazdığı dilekçenin detaylarında ise Osmanlı sınırları dâhilin de belirli merkezler arasında şose ve demiryolları yapmayı, iskele ve limanlar inşa etmeyi, bazı bataklıkları kurutup elde edilen araziyi tarıma açmayı, nehirler önüne setler kurarak sulama kanalları vasıtasıyla binlerce dönüm toprağı yeniden canlandırmayı teklif ediyor. Söz konusu dilekçe, imparatorluk yöneticileri arasında büyük ilgi görmüş ve uygulanması yönünde ciddi adımlar atılmıştır.

     Artık tutsaklıktan çıkmak gerek. Zamanı gelmiştir, çoktan da geçmiştir. Türkiye'nin Batılı emperyalistlerin dayatmalarına ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde bir politikada sanayi bilimsel alanda kendi öz sermayesi ile dönmeye, milli sermayesi ile etkili olmaya ihtiyacı vardır. Milli olmazsanız olmaz.
elin oğlu gelir senden herşeyini alır, ve sonra seni senin içinde yönetir.

   














16 Mart 2015 Pazartesi

"DABBETÜ'L ARZ"




Kıyamet alametlerinden biri "DABBETÜ'L ARZ"ın çıkışıdır.
"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II, 491)
Dâbbe kelimesi “canlı, hareket eden varlık” anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de “dâbbe” denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse “işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.
Burada “Dâbbetü'l - arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?” sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.
Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şöyle dediği nakledilir: “Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir.” Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.
Dâbbeye “AİDS mikrobu” diyenler vardır. “Televizyon” şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta “robotlar olabilir” görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, “efendilerinin” sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.


Kur’anda Dâbbe


"Dâbbe" kelimesi Kur’anda on dört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “devâbb” ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 6)
“Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın elindedir.” (Hud, 56)
"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 45)
Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l- arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:
"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde “Dâbbenin başı bulutlara değecek” denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.
Dinin helal – haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.
Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma “lisan-ı hal” yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.


Dâbbe neler söylüyor?

Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab-ı Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.
Kur’ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. “Rüzgârın dişleri” denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.
Keza, Ka’beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur’anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen “ebabil” kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir “semavi bombalama” olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları “kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına” çevirmişlerdir.
Kur’an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve mütemerrit bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.
Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle “Allah zar atmaz.” Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, “bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur.”
Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terketmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez. "Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 59) "Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 11) Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rast gele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazen meltem olur yüzümüzü okşar, bazen fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.

Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü’minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.


AİDS Dâbbe mi?
Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.

Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur’anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:

Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir:

"Eceli gelip de Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 14).
Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.
(Not: Burada nazara verilen Hz. Musanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)
İşte bu dâbbe Hz. Süleyman’ın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.

Ama “dâbbe AİDS midir?” denilirse “evet” demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü

AİDS dâbbe hakikatinin bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.

Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan “the” takısı gibi Arapçada “el” takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)

-Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.

-Din bir imtihandır. İmtihanda ise “akla kapı açılır, irade elinden alınmaz.” Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında “bu kâfir” yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını intizar etmek gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. (Rivayete göre ahirzamanda insanlığa çok büyük zararlar verecek biri çıkar. Deccal denilen bu şahsın alnında “bu kâfirdir” yazısı bulunur. Peygamberimizin neslinden gelen Mehdi buna karşı mücadele eder. Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.)

-Ayetlerin bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşabihtir. Yani bazı ayetlerin manası açık iken bazılarında bazı kapalı yönler vardır. Benzeri bir durum hadisler için de geçerlidir. Bu tür kapalı manaları “ilimde kökleşmiş zatlar” anlayabilirler ve bunların tevillerini yaparlar.

-Te'vil, "bir delile dayanarak, lafzın muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Te'vilde bir katiyet olmayıp, "mümkün bir ihtimal" söz konusudur. Bu cihetten, müteşabih ayetlerle ilgili te'viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihai hüküm ve söz, Cenab-ı Hakk'ındır.

-Müteşabih manalarda nihai söz Cenab-ı Hakk'ındır.
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (En'âm, 59).
"O gün sırlar ortaya çıkacak" (Tarık, 9) ayetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü bildirilecek, "Allah kıyamet günü, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklayacak" ayetinin manası görülecektir. (Hacc, 69)


Kaynak: Sorularla İslamiyet


13 Mart 2015 Cuma

PSİKOLOJİK HARP SAVAŞLARI


Psikolojik harp, bir devletin veya devletler grubunun, diğer devletler veya devlet grubu üzerinde milli, manevi menfaatlerini gerçekleştirmek için, o ülkede ve yahut başka ülkelerde seçtiği hedef kitlelelerin duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek için, siyasi, askeri, ekonomik sosyolojik, ideolojik ve teknolojik olarak yapılan faaliyetlerin tümüne verilen isim diyebiliriz. Psikolojik harp devlet çapında icra edilir.

İnsanlık tarihinde üç dönem vardır. Kölelik dönemi, işçilik dönemi ve özgürlük dönemidir. Özgürlük döneminde güç mihrakları, denetimi ve kontrolü elinde tutabilmek için; baskı, tehdit, korkutma, şantaj ve çeşitli psikolojik savaş taktikleri kullanmışlardır. Bu doğrultuda, baktığımız zaman insan psikolojisine hakim olma arzusunun tarihin ilk çağlarından itibaren, ilk başta fertlerin, toplumların ve milletlerin kendi fikirlerini diğer milletlere empoze etme çabaları şeklinde zuhur etmiştir. Bu netice ile psikolojik savaş taktikleri bir toplumun diğer bir topluma yöneticiler vasfı ile ve çeşitli birimleri, kurumları aracılığı ile savaşla veya savaşsız ortamlarda, gerek teknolojik olarak gerekse aracılar ile çok defa kullanılmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki Psikolojik harp, nihai zaferin elde edilmesini destekleyecek şekilde düşman,tarafsız dost ve topluluk- ların düşünceleri, hayat görüşleri, hislerine ve faaliyetlerine etki etmek için yapılan propaganda ve ilgili tedbirlerin planlı bir şekilde kullanılmasıdır.
Psikolojik harbin amaçlarını şöyle sıralayabiliriz.
– Düşman siyasi, ekonomik, sosyal ve moral zafiyetine düşürülerek, onun muharebe gücünü azaltmak
– İşgal edilen veya kurtarılan bölgenin, askeri-hükümet- sivil idaresi ile birlikte kontrolünü ele geçirmek
– Düşmanın mağlubiyetine yardımcı olmak amacıyla hedefin, fikir, heyacanı ve eğilim davranışları üzerinde etkiler yaratmaktır.

Psikolojik Harp uygulamaları tarihte verilen örneklerde çok ilginç gelişmelere de vakıf olmuştur. Mesela en etkin tarihte ki örneği Makedonya Kralı Bü-yük İskender (M.Ö 356- M.Ö 323) imparatorluğunu kurarken gücünün sim- gesi olarak psikolojik harp yöntemlerini ve propagandayı çok kullanmıştır. Persleri Makedonyalılar ile birleştirmek istemiş, bu nedenle Pers Kralı’nın büyük kızı ile evlenmiştir. Diğer taraftan 80 Makedonyalı devlet görevlisinin ve Asya’ya kadar uzanan ordusun içindeki yaklaşık 10 bin Makedonyalı askerinin Persli kadınlar ile evlenmelerini sağlayarak önemli bir psikolojik harp yürütmüştür. Bu yolla kendini sınırları Asya’ ya kadar uzanan bir imparatorluğun devamını iki kültürü buluşturarak sağlamıştır. Ve böylece Büyük İskender sembolik bir Psikolojik Harp taktiği uygulamıştır. Diğer bir örnek ise tarihte yine kayda değerdir. Hz Muhammed (S.A.V) peygamberimizin vefatından sonra, ümitsizliğe düşen Müslüman toplumu ve ümmeti halka hitaben Hz. Ebubekir “ Ey insanlar, eğer Hz. Muhammed’e tapıyorsanız bilin ki o ölmüştür. Eğer Allah’a tapıyorsanız, bilin ki O Hayy’ dır, birdir ve Kadir-i Mutlaktır.” söyleminde bulunması çok etkili olmuş ve Müslüman toplumun dağılmasını önlemiş kenetlenme sağlanmıştır. Tarihte bilinen en eski Türk Devleti olan Hunlar da Psikolojik Harp yöntemlerini savaşlarında uygulamışlardır. Hunlar da bütün Türk boyları gibi gözü pek, cengaver, gözü pek savaşçılardı. Hun Türkleri düşmanlarının yüreğine korku salmak için onları ürkütmek için yüzlerini kızgın demirler ile dağlarlardı. Hunlar savaşmadan önce düşmanlarına mesaj yollarlardı. Savaşmazlar ise onların canla- rının ve mallarının korunacağını bildirirlerdi. Böylece düşmanlarına daha savaşmadan canlarını ve mallarını kay- bedeceği duygusunu uyandırarak savaşmadan düşmanına üstünlük mesajını verirdi. Bu çağrılara uymayan düş- manları cezalandırır, başka düşmanlara ,ibret olmasını sağlarlardı. Cengiz Han’da yaptığı savaşlarda psikolojik harbi fazlasıyla uygulamıştır.
Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı’na giderken, askerler arasında huzursuzluk çıkması ve askerlerin geri dönmek istemesi üzerine “isteyen karılarının yanına dönebilir, ben tek başıma da olsa gideceğim” diyerek atını ileri doğru sürmüştür. Ve askerlerinin ruh halini etki altına almıştır. Osmanlı Padişahlarından Abdülhamid Han da Psikolojik harp yöntemlerini çok iyi bilen biri- siydi. Özellikle istihbarat alanında yapmış olduğu teşkilatçılık unsuru onun nasıl planlı ve programlı gittiğini çok de- fa başarılarından ortaya çıkarmıştır. Balkan savaşı sonrası kendisi ile yapılan bir görüşmede ittihatçılara hitaben psikolojik savaşı Balkanlar’da nasıl kullandığını şöyle anlatmıştır.
“Ben Balkanlar’da kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile yaptım.Sizin bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı” demiştir. Anlaşıldığı üzere Psikolojik harp yöntemleri bir çok kez ve ülke menfaatleri için her defasında kullanılmış ve uygulanmıştır. En güzel örneği ise Çanakkale Savaşları sırasında Gazi Mustafa Kemal’in kalbine bir şarapnel parçası isabet ettiği zaman yanındaki askerlerin, “Vuruldunuz komutanım” demesine karşılık O eliyle “sus” işareti yapmış ve muhtemel bir hezimetin önü- ne geçmiştir. ATATÜRK ‘ün bu davranışı da önemli bir psikolojik harp örneğidir.
Bu sebeple içinde bulunduğumuz çağ aynı zamanda Psikolojik Harp Çağı olarak söylesek de hiç fena olmaz, çünkü, bilişim alanında teknolojik olarakda faydalanılan bu mega savaşlar- da, artık top, tüfek,tabanca kullanılmıyor.
kullanılan tek şey algı, ve insan psikolojisinin yenilgiye uğratılmasıdır. Jeopolitik ve stratejik konumumuz düşman- larımızın iştah kaynağıdır. Onlar bizim her türlü yenilgiye uğramamız için elin- de geleni yapıyorlar. Gerek içerden, ge- rek dışardan bölücü ve yıkıcı Psikolojik harp faaliyetlerine maruz bırakılıyoruz. Bu faaliyetleri yürütenlerin amaçları Türkiye’de karışıklık ortamı yaratmak ve böylece Türkiye’yi zayıf düşürerek dünya kamuoyundaki konumumuzu aşağılamak ve itibarsızlaştırmaktır. Bu faaliyetler karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve vatandaşlarımız, düşmanlarımızın psikolojik harp faaliyetle- rine kanmamalı, onlara taviz vermemeliyiz. Ayrıca bize karşı, uygulanan psikolojik harp karşısında kendimiz de kendi psikolojik harp taktiğimiz ile karşılık vermeliyiz. Bunun için Türkiye’nin imkan ve kabiliyetleri, kapasitesi yeterlidir. Türkiye’nin geleceği kendi elindedir ve milletinin elindedir.
Türkiye’yi bu savaş taktiklerinden ve çıkmazlardan yine Aziz milletimiz çıkaracaktır.

YENİÇAĞRI GAZETESİ

12 Mart 2015 Perşembe

HZ.SÜLEYMAN'IN GİZEMLİ YÜZÜĞÜ


                                                         ( TEMSİLİ  RESİMDİR )

   Cebrail a.s. Cennetten çıkarıp Allah cc.’nin emri ile Davut a.s’a getirdi. Bir köşesinde “El mülkü lillah” (Mülk Allahındır) yazıyordu. Cebrail a.s bu yüzüğü Davut a.s’a verip dedi ki :

-“Ey Davut! Hak Tealadan sana bir yüzük ve on soru getirdim. Allahu Tealanın buyruğu odur ki: Evlatlarını toplayıp bu on soruyu onlara sor. Kim doğru cevap verirse senin yerine o geçsin. Devleri, Perileri, Ademoğullarını, yelleri, kuşları, canavarları, dünyada ne ki varsa hepsini buyruğuna başeğdirsin, itaatli kılsın. Ve bütün dünyaya padişah olsun” dedi.
Hz. Davut a.s Ekabirlerden, yüce insanlardan oluşan bir meclis kurup evlatlarını çağırdı ve bu meclis huzurunda tek-tek hepsine bu on soruyu sordu. Hiç biri cevap veremedi.
En son Hz. Süleyman a.s. ayağa kalktı:
-“Eğer izin verirseniz bu sorulara ben cevap vereyim!” Dedi. Davut a.s.’ın gönlü hoş oldu Ve:
-“Ya Süleyman söyle bana” dedi:
1-Dünyanın en kem kötü şeyi nedir ki ondan daha kötüsü yoktur?
2-En güzel, en üstün şey nedir ki ondan daha güzeli, daha üstünü yoktur?
3-Dünyada en acı şey nedir?
4-Dünyada en tatlı şey nedir?
5-O nedir ki ondan daha çirkini yoktur?
6-Nedir o ki ondan daha kabası yoktur?
7-Yine o şey nedir ki ondan daha yakını olmasın?
8-Nedir o şey ki ondan daha ırağı yoktur?
9-Yine nedir o şey ki onda daha gussalı, daha kaygı verici şey olmasın?
10-Nedir o şey ki ondan daha sevinçli şey yoktur?
Süleyman a.s. dedi ki:
–“Ey baba bu sorduğun sorular çok kolay şeylerdir?”
1-Dünyada en kötü şey insanoğlunun nefsidir ki ondan daha kötüsü yoktur.
2-Ondan daha güzel daha üstünü olmayan şey akıldır.
3-En acı şey yoksulluktur
4- Çok tatlı olan şey varlıklı, zengin olmaktır.
5-İnsanoğlu’nda süğmekten, küfürden daha çirkin şey yoktur.
6-Kaba (katı yürekli) kadından daha kabası yoktur.
7-İnsanoğlu’na ahiret’ten yakın şey yoktur. Ve bütün kişiler ona gitmektedir.
8-Sonra dünyadan ırak başka bir şey yoktur ki, insanoğullarından ıraklaşmaktadır.
9-Gayet gussalı, kaygılı şey; ruhun bedenden ayrılmasıdır.
10-Gayet şad, sevinçli olan şey yine ruhtur ki, insanoğlunda bulununca bu sevinci duyar!
Diye cevap verdi. Yalnız her soruya cevap vermeden önce gülümsedi sona cevap verdi
O zaman Davut a.s. oğlu Süleyman a.s.’a:
-“Gerçek söyledin, öyledir! Ama Bu yüce insanların huzurunda neden her soruya adaba aykırı olarak gülerek cevap verdin”: Süleyman a.s:
-“Bu soruların cevabını bende bilmiyordum ama siz her soruyu sordukça cevabı bir karınca bana söylüyordu bende size cevap veriyordum” dedi.
O zaman Davut a.s. dedi ki: Amaç Allah’a (cc) ulaşmak olduktan sonra vasıta isterse bir karınca olsun, önemli değil
(Kaynak:Tarih-Taberi cilt 1 sayfa 70-71)
"Yüzük kimdeyse Süleyman odur”
Bundan binlerce sene önce yeryüzünün büyülü devirlerinde insan henüz üçüncü gözünü kaybetmemişken efsanevi bir Kral Peygamber yeryüzünün ve gökyüzünün efendisi olmuştu. Cinlere insanlara ve hayvanlara hükmeden bu kral peygamber Hz. Süleyman’dı. Ve yetkesinin kaynağı olduğu sanılan güçlü bir mühür yüzük taşıdığı söyleniyordu. Fakat bir gün bu muhteşem yüzük çalındı. Süleyman sahip olduğu herşeyi kaybetti. Ve mührün yokluğunda geçen o acı günlerde kendisindeki asıl mührü     Mühr-ü Süleyman’ı buldu. “
Hazineleri dillere destan olan 3 semavi dinde de ismi haşmetle birlikte anılan biridir Süleyman / Hz. Süleyman / King Soloman / Peygamber Süleyman. Ona bu özelliği veren dünyasal ve ilahi güçlere hakim bir yönetici olduğu düşüncesidir. Asıl olarak Peygamber / Kral Davud’un oğludur. Hem Tevratta hem Kuran-ı Kerim de hikayeleri ve hayatıyla saltanatı anlatılır.
Efsaneler şöyle der Hz. Süleyman / Kral Süleyman Tanrı’nın seçip güçlendirdiği bir ailenin adaletle hükmeden oğludur. İsrail soyunun güçlü bir Kralıdır. Temelde Tanrısal bir görevi vardır. Bu görev nedeniyle daha önce ve daha sonra kimseye verilmemiş/verilmeyecek bir saltanat diler Tanrı’dan. Böylece kendisine rüzgar, cinler, akarsu gibi akan metaller, kuşlar ve insanlardan oluşan ordular tahsis edilir. Rüzgara binip günler sürecek yollara hızla varır. Kuşları görevlendirerek düşman sahasına keşfe gönderir. Cinlerin esrarengiz görünmez ve anlaşılmaz yetileriyle devasa saraylar, kaldırılması imkansız dev sanat eserleri, binalar ve dalgıçların çıkardığı malzemelerden takılar akla gelecek binbir güzel şey yaptırır. Dünyayı imar ederken güzelliğ ve adaleti kurar.
Süleyman efsanesini doruğa çıkaran yüzüktür. Her ne kadar dini kaynaklar bunu bu şekilde aktarmasa da gizem perdesi altında Tanrı’nın kendisine bir yüzük hediye ettiği söylenir.
Bu öyle bir yüzüktür ki sayılı kişi ve meleklerin bildiği Tanrı’nın gizli ismini (İsmi Azam duası) saklar. Tanrının bilinmeyen adı yaratma ve hükmetme özellikleri içerir. Elbette bu tür bir efsane güç düşkünü insanların başını döndürmeye yeter de artar bile. Kimi bilgilere göre Adem’in taşıdığı bir yüzüktür ve cennetten çıkarılırken onu Arşta bırakmıştır. Cebrail daha sonra bu yüzüğü Tanrı’nın isteğiyle Hz. Süleyman’a getirmiştir. Terim aslen Mühr-i Süleyman’dır. Ancak Türkçe’deki ses uyumuna göre dile geçerken değişmiştir. Diğer bir deyişi de Hatem-i Süleyman’dır. İngilizce ‘Seal of David’, ‘Star of David’, ‘Davis’s Sheald’ ‘Magen David’ isimleriyle anılır. Çünkü Batı dünyasında bildiğimiz çift üçgenin kesişimi olan Mühr-ü Süleyman aslında 5 kollu bir yıldızdır. 6 kollu yıldız babası olan Davud peygamberin kullandığı semboldür.”
Prof. Dr. Nusret Çam / Ankara İlahiyat Fakültesi
Kelime manasıyla Süleyman’ın mührü anlamına gelen mührün şekli aslında kesin değildir. Belli bir tarihten sonra kabul edilmiş olan ve şimdi İsrail bayrağında yer alan sembol İslam dünyasında da yüzlerce yıl kutsal olarak kabul edilmiş cami medrese ve geçitlerde mezarlıklarda yüzüklerde padişahların gömleklerinde tılsım olarak yerini almıştır. Daha sonraları ise farklılık yaratmak için sembol bazen doksan derece çevrilerek kullanılmıştır.
Batı dünyası bazen büyü kitaplarında bazen noterlik işareti olarak, basımevi markası sonraları bir çok akımın sembolü olmuştur.
Süleyman Peygamber’in yüzükle olan ilgisi onun bir imtihandan geçişi şeklinde ele alınır. Yokluğunda bir cariyesine emanet ettiği yüzük mührü bir cin onun görünümünü alarak ele geçirir. Yokluğunda pek çok fitne fesat hazırlar örneğin tahtına büyü kitapları koyar ve iftira atar. Oysa Hz. Süleyman yüzüğün yokluğunda kendine dönecek ve gücünün kaynağı olan asıl çekirdeğini özünü bulacaktır. Kuran bu konuya atfen şöyle der.
“Süleyman’ın mülk ve saltanatı konusunda onlar, şeytanların okuyup durduklarına uydular. Halbuki Süleyman küfre sapmamıştı. Ancak şeytanlar küfre sapmıştı; insanlara büyüyü öğretiyorlardı.” Bakara Suresi / 102
Ayrıca Neml suresi’nde Süleyman Peygamberin gelişini duyan karınca beyinin kendi halkına seslenişi efsanevi Seba Melikesi’nin tahtının göz açıp kapayana dek ışınlanışı ve olağanüstü pek çok şey anlatılır.
Karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle seslendi: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler.” Neml / 18
“Kendinde Kitap’tan bir ilim olan kişi de şöyle dedi: “Ben onu sana, gözünü açıp yumuncaya kadar getiririm.” Derken Süleyman, tahtı, yanında kurulmuş görünce şöyle konuştu: “Rabbimin lütfundandır bu. Şükür mü edeceğim, nankörlük mü diye beni denemek istiyor. Esasında, şükreden, kendisi lehine şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki, Rabbim Ganî’dir, cömerttir.” Neml / 40
“Onlar Süleyman için, mihraplardan/kalelerden, heykellerden, havuzlar gibi çanaklardan, yerinden kaldırılamaz kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davûd ailesi, şükür olarak iş yapın! Kullarım içinden şükredenler o kadar az ki! ” Sebe / 13
“Sonunda, Süleyman için ölüm hükmünü verdiğimizde, onun ölümünü, değneğini yiyen dâbbetül arzdan/ağaç kurtçuğundan başkası onlara göstermedi. Süleyman yere yığılınca, açıkça anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı.” Sebe / 14
” Yüzük kimdeyse Süleyman Odur ”
Süleyman’ın Tapınağı’nın daha sonra Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’te arandığı, Templer Şövalyelerinin yerini bulduğu ve kutsal bazı emanetlerle Avrupa’ya döndükleri iddia edilmiştir. Kimileri kutsal kadeh Graal’ı, kimileri Felsefe Taşı’nı, kimileri ise Mühr-ü Süleyman’ı bulduklarını düşünmüşlerdir. Tapınak Kral Süleyman’dan sonra yağmalanacaktır ancak o zamana kadar Musa peygamberden beri nesilden nesile saklanan Hz. Musa’nın emaneti olan Ahid Sandığı’nı (orijinal Tevratın levhalar halinde içinde bulunduğu Tabut-i Sekine) muhafaza edecektir.
Günümüzde kabul gören sembol göğün ve yerin birleşimini gösterir. İki üçgenin biri göğe biri yere dönüktür. Sembol bir yönüyle insan varlığının maddi bedenini ve ruhunu, bundan oluşan bütünü, bir yandansa dişil ve eril prensipleri, maddi ve manevi değerlerin bütünlüğünü gösterir. Doğunun Yin ve Yang’ına benzer bir semboldür. Dünyaya giriş ve çıkış noktalarını temsil eder. Kimi farklı bakışlar ise şekilde iki piramit görür.
Özellikle Selçuklu dönemi paralarında ve eserlerinde sıkça kullanılan sembol artık günümüzün gerilimli zaman ve dünyasında İslam ve Hıristiyan toplumlarınca terkedilmiş hatta anlamı bilinmediğinden bir çok tarihi eserde de tahrip edilmiştir.
Süleyman (a.s.) peygamberlerin en zenginlerinden ve kendisine krallık verilen bütün cinni ve hayvanları yönetip onlarla konuşabilen bir peygamberdi. Süleyman (a.s.)’ın parmağındaki yüzük bütün cinleri toplayabilme ve egemenliği altına alabilme özelliğine sahipti. Fakat Süleyman (a.s.) vefat ettikten sonra yüzüğü kayboldu. Çünkü bu yüzüğe kim sahipse bütün cinn ve hayvanları yönetebilecekti. Bu yüzük Allah tarafından arşa kaldırılmış ve orada bir kale içinde korunuyordu. Fakat cinnilerden bir tanesi yüzüğü kalenin içinde gördü ve almak istedi. Tam kalenin içine girecekken yüzüğü koruyan başı ve dişleri kızgın demirden, gözleri kırmızı yakuttan, vücudu cehennem ateşinden yaratılmış büyüklüğünü sadece Allah’ın bildiği bir ejderha gördü ve hemen endişeye kapılarak yeryüzüne indi. Yeryüzünde üç parça çamur aldı ve bunları okuyup başka bir cinni arkadaşına verdi. İki cinni arşa çıkarken yüzüğü almak isteyen cinni diğerine “ben içerideyken bana birşey olduğu zaman bu çamuru benim üzerime at” dedi. Diğer cinni de “tamam” dedi.
İkisi kalenin önüne geldiler ve yüzüğü almak isteyen cinni içeriye girdi. Ejderha ona hemen orayı terk etmesini buranın Allah tarafından korunduğunu ve hiçbir zaman o yüzüğün alınamayacağını söyledi. Cinni yüzüğün üzerine doğru harekete geçince ejderha ağzını açarak ona cehennem ateşi püskürttü ve cinni kül oldu .Diğer arkadaşı külleri toplayıp üzerine çamuru koydu. Cinni hiçbir şey olmamış gibi tekrar ayağa kalktı ve içeriye girdi. Bu sefer ejderha cehennem demirinden olan tırnaklarıyla cinniyi paramparça yaptı. Arkadaşı parçalarını topladı ve üzerine diğer çamuru koydu. Cinni tekrar hiçbirşey olmamış gibi ayağa kalktı ve içeriye girdi. Bunun üzerine ejderha onu öldüremeyeceğini zannetti ve Allah’a sığındı. Allah ejderhaya ona kuyruğuyla vurmasını ve artık arkadaşının ona yardım edemeyeceğini nida etti. Bunun üzerine ejderha cinniye kuyruğuyla vurdu ve cinni bir anda yok oldu .Diğer cinni Allah’ın azametinden korkup yeryüzüne indi ve Allah’a sığındı. Fakat diğer cinninin ne olduğunu hiçbiri öğrenemedi. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter….

FIRAT NEHRİ GERÇEĞİ ( Kıyamet Alameti)











Peygamberimiz  Hz.Muhammed (SAV) dünyanın son döneminde yani ahir zamanda 

yaşanacak  pek çok olayı   detaylarıyla 1400 yıl öncesinden haber vermiştir.Bu 

haberlerden biri de Fırat Nehrinin suyunun durmasıdır. Tarih boyunca böyle bir olay 

yaşanmamıştır. Ta ki günümüze kadar.Şimdi Peygamberimizin 1400 yıl önceden bu 

olayı nasıl haber verdiğine bakalım:


Mehdi'( AS.) nin alametlerindendir: Fırat Nehrinin durdurulması. (Kitab-ül Burhan Fi Alameti-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 39)Keban Barajı'nın inşa edilmesiyle nehrin suyu durdurulmuştur.Bu hadisenin ayrıntılarıyla ilgili diğer
hadislerde de önemli bilgiler verilmektedir: Fırat (Nehrinin suyu çekilerek) kıymetli altın hazinesini açıklaması zamanı yaklaşıyor. Her kim o zaman orada bulunursa, ondan bir şey almaya uğraşmasın!. (Çünkü ihtiyar dünyanın ömrü sona ermiş bulunacaktır.) (Sahih-i Buhari, 12/305)Resulullah: Fırat Nehri altın bir dağ üzerinden
açılmadıkça kıyamet kopmayacaktır. İnsanlar onun için harb edecek ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecek, onlardan her adam, keşke kurtulan ben olsaydım, diyecektir buyurmuşlardır. (Sahih-i Müslim,

11/320)Resulullah: Fırat'ın altın bir dağ üzerinden açılması yakındır. İmdi orada kim bulunursa, ondan birşey almasın! buyurmuşlardır. (Sahih-i Müslim 11/320)Resulullah şöyle buyurdu: Yakında Fırat Nehri altın hazinesini açığa çıkarır, kim buna hazır bulunursa, ondan bir şey almasın. (Sünen-i Ebu Davud, 5/116)(Resulullah:) "Fırat Nehri bir
altın dağını açığa çıkarır" dedi. (Sünen-i Ebu Davud, 5/116)Fırat Nehrinin suyu çekilerek altın hazinesini açıklaması zamanı yaklaşıyor. Her kim, o zaman orada bulunursa o hazineden bir şey almasın. Aksi takdirde ya ölür veya öldürülür." (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir/Riyazü's Salihin, 3/332)Görüldüğü gibi Hz.
Mehdi'nin çıkışının önemli bir alameti olan Fırat Nehrinin suyunun durdurulması ve altın değerinde bir hazinenin ortaya çıkması pek çok büyük hadis kitabında yer almaktadır. Şimdi hadislerde geçen önemli ifadeleri inceleyelim:
Resulullah buyurdu ki: (1) Fırat Nehrinin suyu çekilip (2) altından bir dağ meydana çıkmadıkça kıyamet kopmaz. (3) Bu hazine üzerine kıtal vukua gelir, her yüzden doksan dokuzu ölür.

(Kıtale iştirak edenlerden) Her kişi yalnız ben halas olacağım (kurtulacağım) diye ümitlenir. (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir/Riyazü's Salihin, 3/332)(1) Fırat Nehrinin suyunun çekilip...Suyuti hazretlerinin kitabında bu hadis

"suyun durdurulması" olarak geçmektedir. Gerçekten de Keban Barajı, Fırat Nehrinin suyunu durdurdu, kesti.(2) "Altın"dan bir dağ meydana çıkmadıkça...Yapılan baraj

sayesinde; elektriğin üretilmesi, toplanan suyun arazide 
kullanılarak toprağın veriminin 

artması ve ulaşım kolaylığının sağlanması gibi sebeplerle, buradaki topraklar "altın" gibi kıymetli hale gelmiştir.Barajlar, şekil itibariyle de betondan dev bir dağı andırmaktadır. Bu barajdan (hadis-i şerifteki benzetmeye göre dağdan) altın değerinde servet dökülmektedir. Dolayısıyla baraj "altın bir dağ" özelliği kazanmaktadır.

(En doğrusunu Allah bilir)(3) Bu hazine üzerinde kıtal (*) vukua gelir*Kıtal: Birçok kişinin ölümüne sebep olan kavga Bölgede halen devam eden yaygın anarşi ve kıtal sebebi ile oradan toprak alan, o bölgedeki anarşinin zararına uğrayabilir. Hadisteki ifadeyle ya ölür ya da öldürülür.Bilindiği gibi 68 lerde, 70 lerde yaşanan siyasi ayrımcı  ayaklanmalar, o sıralarda öğrenci olan daha sonra bir başka komünist  ayaklanmaya liderlik yapacak bir katili hazırlatmış ve yetiştirmiştir. (Abdullah Öcalan)  Bebek katili .  Bölge de  Kürt halkını zorla komünist yapmaya çalışan ve fitne fesat ile Güney Doğuda BOP projesinin 

 gerçekleşmesine imkan veren kötü ve aşağılık  eylemleri ile  bu  insan katilinin kendine

hedef seçtitirildiği  bölge aslında hadislerdeki bölgedir.
 Yani baraj ile Fırat nehrinin 

suyunun kesilmesinin hemen ardından çıkan PKK terörü hadislerde 

detaylarıyla bildirilmiştir.

Bu da bir Vaka  

Ve  şimdi OrtaDoğu'da yaşanan hadiseler, ve savaşlar PKK terör örgütünün diğer ülkeler arasında  taşeron olarak kullanılması da bir nevi burada  konuşlanan Bölgesel kuşatmanın var olduğu ve yer altı doğal kaynaklarının Petrol, Su, altın ve diğer madenler için de bir savaş olduğu gerçektir.