21 Kasım 2016 Pazartesi

Cumhurbaşkanına açık mektup. KKTC



Sayın TC Cumhurbaşkanı Erdoğan,


Osmanlı döneminde Kıbrıs kiraya verildi yaşayan halkın onayı alınmadan.İngiltere tek taraflı ilhak etti Cihan harbinde.İstiklal harbi sonrasında Lozan ile tamamen İngiltere'ye devredildi adada yaşayanlara sorulmadan.Bu süreçler hep zordu Kıbrıs Türk Halkı için.Elbette içi kan ağlayarak Ve sessizce bir sebebi olduğunu bildiği için direnmişti.Türkiye kendini toparlandıkça yardım elini üzerimizden hiç çekmedi.Onun desteği sayesinde direndik,ya taksim ya ölüm dedik yıllarca.Sonrasında Türkiye'nin yardımları ile Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.Bu Cumhuriyetin ortağı olduk Ve garantörümüz oldunuz.Üç yıl sürdü bu ortaklık ,soykırıma uğradık,binlerce şehit verdik bu varoluş mücadelesinde.Sonra 15 Temmuz 1974'de tek taraflı Yunanistan'a bağlamak için darbe yaptılar,Enosis ilan ettiler.Türkiye bu kez garantörlük haklarını kullanarak buna dur dedi.İyi niyet göstererek Rum-Yunan ikilisi ile antlaşma zemini bulmak için müzakereler yapıldı.Ancak netice alınamadı.Bu ikilinin esas niyetleri Adayı Girit gibi Helen yapmaktır.Bizans entrikalarını devreye koydular.Onlarda samimiyet yoktur.Batı Trakya'da uyguladıkları azınlık siyasetleri ortadadır.Tarih boyunca bunların samimi olduğu bir tek dostluk örneği bulamazsınız.Fırsat bulsalar Büyük Yunanistan'ı kurmak için Türkiye'ye yine saldırırlar.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Bu İnsanların sahte Barış görüşmelerine inanarak Vatan toprağı KKTC'nin YOK olmasına müsade etmeyiniz.
Tarihe Türk yurdunu elden çıkartan biri olarak adınızı yazdırmayınız.
Yalakalık yaparak Rum siyasetine prim ve taviz verenlere asla inanmayınız.
Bizler bunlara inanmıyoruz ve sizinde inanmayacağınızı ümit ediyoruz.

Saygılarımla

Sümer Şehitoğlu/ Doruktürk

16 Ağustos 2016 Salı

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE BİR VATANSEVER! / ÇATLI


                                               ŞEYTAN ÜÇGENİNDE BİR VATANSEVER

1922 yılında Soğuksu’da işlenen ve tarihe geçen “ İlk Susurluk Cinayeti” olarak geçen Yahya Kâhya suikasti, 74 yıl sonra tekrar edecektir. Başlıkta da dediğim gibi Şeytan Üçgeninde nedense, ülkesi için canla başla çalışanlar bir şekilde suikaste uğradı. İşte O şeytan üçgeninin üzerine gittiği ve takibe aldığı kişi Abdullah Çatlı idi. Peki Çatlı neden bazı suçlar ile gündeme alınmıştı? Bu suçlandığı konular gerçekmiydi.?
Evet, bir tek gerçek vardı: O da
Çatlı’nın Ülkü Ocakları 2. Başkanı olduğuydu. Çatlı ne yaptı, neyi önlemek istiyordu? Ve bundan kimler rahatsızlık duyuyordu?
1970-1990’lı yıllar Türkiye’nin en karanlık yılları olan günlerde hemen hemen hergün, bir faili meçhul cinayet işleniyordu. Terör örgütü ASALA, Türkiye içinde serbest bir şekilde eylemlerde bulunuyor. 12 Eylül döneminde Bulgaristan-Türkiye arasında transit uyuşturucu trafiği kurulmuş ,hedef, Türk gençliğini zehirlemekti. Faaliyet gösteren irili ufaklı örgütler, yerini yavaş, yavaş
Pkk’ya bırakıyordu. Çatlı ve ekibi tüm bunlarla uğraşmakta ve daha başkaları ile de mücadele etmekte idi. Ve dahası açıklanmayan bir proje ile de uğraşmaktaydı Bu proje 100 maddelik, Yahudilerin,1000 yıllık projesiydi. Bu proje ilk hedef olarak Türkiye veTürk Cumhuriyetlerine yönelikti. Bu da tabiki birilerinin hiç hoşuna gitmeyecekti. İçeriden dışarıdan, yok edilmesi emirleri yağıyordu.
Çatlı bir anda çete reisi ilan edildi. Çatlı’ya Mart 1995 öncesi olaylar bir bir yüklenmeye başlanmıştı. MİT bir rapor yayınlar ve bu rapora balıklama atlayan Aydınlık dergisidir. Çatlı’nın ülke için yaptıkları kimleri rahatsız etmişti? PKK’yı besleyip liderini saklayan kişiyi, “kaç başkan kaç” diyenleri.
Masonlar eliyle ve mason olup da önemli mevki ve makamlara gelenleri. Uyuşturucu ve silah pazarının patronlarını. Terör örgütlerine yardım ve yataklık edenleri Ülkenin bölünüp, parçalanması planlarını yapanları.
En çok korkanlar ise, 100 maddelik projenin sahipleri ve uygulayıcıları. MİT’in yayınladığı rapor 22 Eylül 1996’dadır. Aradan geçen bir aylık süre içerisinde, Çatlıya çeşitli yollarla mesajlar gönderilmişti.
Bu mesajlardan biriside MKE menşeli el bombası, Çatlı’nın arabasının arkasına konmuştu. Bombalı mesajın tarihi 22 Ekim 1996’dır. Çatlı, 1 Kasım 1996’dan itibaren sıkı bir takibe ve göz hapsine alınmıştı. Buradan itibaren Abdullah Çatlı’nın kızı Gökçen Çatlı’nın 2000 yılında kaleme almış olduğu “Babam Çatlı” adlı kitabından “Susurluk Nedir” adlı yazısına göz atalım.
3 Kasım 1996’da Susurluk’ta vuku bulan kazanın ardından kim bilir başka tarihte Ankara kazası,Çanakkale kazası vs.de olacaktır. Gelişmekte olan Türkiye’nin bu tür olaylardan geçmesi hangi pencereden bakarsanız farlklı gözükecektir. Bu nedenle Abdullah Çatlı’nın vefatı ile birlikte bir çok tartışma meydana gelmiştir. Derin Devlet kavramı felesefesi gibi, derin devletin ilk tohumları, toplum içinden sivrilmiş kişilerin biraraya gelerek münazara yapmaları sonucunda başlar.. Bunlar ya varolan bir devletin gidişatından memnun olmadıkları ve yeni bir oluşumla bunu biçimlendirmek için felsefi anlamda, fikirde kulis yaparlar ya da var olan devleti devlet yapmak gibi bür düşünce beslerler ve milli atılımlarla bunu uygulamaya başlarlar. Derin Devlet kavramından, Türk halkı yeni haberdar olmuş ve ilk etapta bundan endişe etmiş olabilir. Fakat bu oluşum “olmazsa olmaz” diye benimde nitelendirdiğim bir oluşumdur…
Görünürdeki devletin arkasında derin devlet olmaz ise, bu o ülkenin kapasitesini düşürür. Ama önemli olan bir kıstas var. Derin devletin ne niyette olduğu? Bu karmaşayı düzenlemek amacıyla birden fazla derin devlet grupları meydana getirilir. Sanki her biri , birbirinin kontrol mekanizması işlevini görürler. Tabi burada derin devletlerin birbirleriyle olan mücadeleleri, kavgaları meydana gelecektir. Türkiye gelişmekte olan bir ülke olduğu için, bu kargaşanın önüne ancak gelişme katdettiği vakit geçebilir. Susurluk’ta hangi pencereden bakıldığı önemlidir. Eğer devlet kavrayamamış bir zihniyet, Susurluk’u anlatmaya kalkışırsa ki bunları çok dinledik, bunun içinden çıkılamaz ve medyada sıkça dinlediğimiz gibi, “Susurluk üçgeni”, “Susurluk Çıkmazı” “Kamyon Devlete Çarptı” gibi son derece dar ufuklu ve yanlış düşüncelerle vaktimizi kaybederiz. Bu da tarihe karşı bir hakaret olur.
Susurluk’ta kamyon devlete çarpmamıştır. Bir başka derin devlet, Susurluk teorisini yaratmıştır. O kazada Türkiye Türklük mücadeleleri adına liderliği sürdüren bir şahsiyeti kaybetmiştir. Olayın suikast olduğunu düşünürsek, şöyle bir tablo görünebilir; yabancı ülkelerin derin devletleri, Türkiye için mücadele eden Abdullah Çatlı’nın şimdiye dek halka açıklanmamış rahatsız olmuş ve ülkemizde ki bir başka yerli derin devlet ki bunların Çatlı ile husumetleri vardır. İşbirliği yapıp memleketi kaosa sürüklemişlerdir. Söz konusu yerli derin devletin, vatan hainliği besledikleri de düşünülmemelidir.
Vatanperver bir uslüpte bakacak olunursa onlar, mililyetçi bir lidere suikast düzenlemişlerdir.
Medyanın gözüyle bakılacak olunursa, rant kavgası çetelerle hareket eden devleti sarmıştır. Derin devletler açısından bakılacak olunursa bu olaylar ülkeni kaderidir.
Susurluk Türkiye için bir dönemeçtir. Tıpkı Menderes devri ve ihtilallerde olduğu gibi yabancı güçler, yurda kavram kargaşasını sokmuşlardır. Menderes ve ihtilallerde ülke sağ-sol olayları ile resmen hipnotize edilmişti. Susurlukta devlet, derin devlet kavran kargaşaları gündeme ite kaka sokulmuştur. Memlekette Susurluk vardır. Ama daha doğrusu memlekette Susurlukların olduğudur.
Tıpkı her ülkede olduğu gibi..
Kazanın hemen akabinde Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanı Albay Veli Küçük, Balıkesir Emniyet Müdürü Nihat Camadan’ı arar ve şöyle der: “Susurluk’taki kazada ölen Mehmet Özbay, bizim çalışanımız. Tutanaklarda ismi geçmez ise iyi olur”. Ve Emniyet Müdürü şu cevabı verir: “Kaza, polis bölgesinde değil,jandarmaya bölgesinde. Jandarmaya söylemek lazım.” Albay Veli Küçük şu cevabı verir.”Jandarma Komutanını aradı yerinde yoktu.”
Anap’lı Mesut Yılmaz, şu ifadeleri kullanıyordu,”Çatlı’nın kanı yerde kalmayacak,failleri bulunacak.” gibi sahte naralar atıyordu. Ne Oldu? Mesut Yılmaz acaba gerçekten mesut oldumu ? Bu senaryolar hangi localarda hazırlandı? Bilenler sadece timsah gözyaşları dökmekle kaldı. Abdullah Çatlı bir kahraman değildi. Her Türk evladının yapacağı gibi, o bir vatanperverdi. Ruhu Şad Olsun!
Bu kirli Lobilere ve localara bilmedikleri bir şeyi buradan söyleyeyim: Susurlukta bir Çatlı’yı şehit ettiniz. Susurluk’un ardından binlerce Çatlı yarattınız bilmeden…
Sahi, Şimdi onlarla nasıl baş edeceksiniz?
Erkan MACİT
Önce VATAN / 6 Mayıs 2016

Efsane İçişleri BAKANI TANTAN






                                          Devlet Karar Mekanizması DÜŞÜNMELİ !!!
EFSANE & OPERASYONLAR
1980 öncesi dönemde, İstanbul sokaklarının en güvensiz, anarşi ve terörün hakim olduğu yıllarda, Tantan narkotik, asayiş şubelerinde görev yaptı ardından İl Emniyet Müdür Yardımcılığı görevine getirildi.
Tantan, dürüstlüğü ve çalışma aşkı sebebiyle her kesim tarafından sevildi, Milliyetçi çizgide olduğu için bir takım örgütlerin hedefi olmuştu! Huzur bozucu, bölücü ve yıkıcılara o dönem İstanbul’unda geçit vermedi. Özellikle küçük İstanbul olarak bilinen Fatih'te basmadığı mekan, girmediği kahvehane kalmadı, nerede suç var Efsane Ekip oradaydı. Mali Şube'de, Narkotik ve Asayiş şubelerinde gerçekleştirdiği operasyonlar yüzünden üstleri tarafından devamlı uyarıldığını basından biliyoruz, ancak Tantan yılmadan her türlü vak'anın üstüne gitmiştir.
Beyoğlu’ndaki genelev işletmecisi Ermeni kökenli Manukyan'ın mekanlarına hiçbir polis giremiyordu, korkuyordu hatta bazı polislerin o dönemlerde Manukyan’ın kiracısı olduğu yazılıp çizilmişti ancak Tantan usulsüzlüğü yakaladı mı acımaz ve görev aşkı ile Manukyan'ın mekanlarını basar bir çırpıda. Üstleri bu durumdan rahatsız olsun olmasın Tantan için fark etmez, Efsane Ekip anarşiye, hırsıza, katile, soyguncuya, vurguncuya geçit vermedi.
Tantan, İstanbul'da fuhuşa, teröre, uyuşturucu tacirlerine geçit vermedi. Milliyetçi Cephe döneminin İçişleri Bakanı Korkut Özal, Tantan ile beraber çalışmış ve İstanbul'da büyük bir operasyon olan Fazilet Operasyonlarını gerçekleştirmiştir. Bu operasyonun başına Tantan getirilmiş bizzat Özal tarafından. Kodaman mekanı olarak bilinen kimsenin basamadığı Moda Deniz Kulübü'nü basmış herkesi şaşkına çevirmiştir. İstanbul o dönemlerde her ne kadar anarşi ve terörle yaşamasına rağmen Tantan gibi Adalete hizmet eden polis şefleri sayesinde bir nebze dahi rahat nefes almıştı. Tantan'ın mıntıkası olarak bilinen Fatih'te olayların az olması Tantan'ı farklı kılan bir faktördür.
Yıllar 1999'u gösterirken, Tantan DSP-MHP-ANAP koalisyonunda İçişleri Bakanlığı görevine getirilir. Bu görevi Haziran 2001'e kadar sürdürür. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'da polis müdürü Sadettin Tantan gibi aynı çizgidedir, herhangi bir sapma söz konusu bile değildir.Operasyonel faaliyetleri ile gün yüzüne çıkmamış yolsuzlukları ortaya çıkarır. Bu sefer makamı, mevkisi daha büyüktür, artık O her olayın üzerine rahata giderim diye sanırken, kazın ayağının öyle olmadığını anlar ve partisinin lideri aynı zamanda Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz tarafından kızağa, Gümrük Bakanlığına çekilir, Ancak Tantan herkesin beklediği gibi bu görevi asla kabul etmez! Ve Açıklamasını yapar. "Beni Tapınak Şövalyeleri Görevden Aldırdı!" der. Ve çok doğru bir konu üzerinde dikkatleri küresel sermaye baronlarına çeker.
Tantan'ın üzerine gittiği olay günümüzde bile etkileri olan hatta Ortadoğu'daki gerginliğin artma sebebi Mavi Akım ve Beyaz Enerji Operasyonları konusudur, Tantan hükümete bilgi vermeden özellikle Jandarma ile beraber yürüttüğü bu operasyonlarda Devletin tüm enerji kaynaklarını peşkeş çeken kişilere yapar operasyonu! Mesut Yılmaz'ın da yakınları olduğu iddia edildiği için Tantan kızağa çekilir, ancak Tantan bunu kabul etmez ve hem ANAP'tan hem Bakanlıktan istifa eder.
Devlet Devlet Adamını Bilir..!

"PYD & Blackwater / Bölgede 2.İSRAİL için Operasyon Yapacak"


PYD ve Blackwater ABD Destekli Hava Operasyonu ile birlikte 2 ay süren Kara operasyonunda Menbiçi kontrol altına aldılar. İlk yaptıkları icraat şaşırtıcıydı.Zira Menbiçte ki nüfus müdürlüğü ile tapu sicillerinin bulunduğu binaları yaktılar. Bölgede ki Devlete ait kayıtları siliyorlardı.
Çünkü üzerine kendi Devletlerini kurmaya hazırlanıyorlar.Oluşumlar bu doğrultu da Abd Obama söz verdi
diye beyanat veren Dış işleri Bakanı Çavuşoğlunu da buradan
kınamaktayım. Abd hangi SÖZÜ tutar ?
Hatta NE SÖZÜ? Araplar ile ilgili fantazilerini anlatır ONLAR..??
PYD ve YPG saflarında sadece Blackwater Şirketinden Paralı Leyjonlar değil Amerikan Ordusunun Özel Kuvvetlerine mensup Ekiplerde bulunuyor. Bunu Omuzlarına YPG Arması takan ABD Özel Kuvvetlerinin fotoğrafları ile görmüştük. ABD"de inkar etmiyordu zaten.PYD , yeni Hedeflerinin Menbiçten sonra El-Bab Olduğunu açıkladı. Önümüzde ki günlerde Karadan PYD ve Blackwater , Havadan ise Daeşi bitirmek için kurulan Koalisyon güçlerine ait Hava Kuvvetleri Harekata başlayacak. Suriyede ki El-Bab şehri PYD"nin eline geçerse Afrinde ki PYD Güçleri ile birleşip , Afrin-Kobani-Cezire Kantonları , Suriyede ki KÜRT Devletini tamamlamış olacaktır.
(Haritalara Bakınız)
Akabinde Hedefleri Aşağıda paylaştığımız 2.harita da belirlenen güzergahdır. Kuzey Irakta ki Petrol Devletini Akdenize çıkarmalarında ki en büyük engel TÜRKMENDAĞIDIR. Türk Ordusu bölgeye intikal edebilir .Eğer El-Bab Harekatından sonra Afrin ile birleşme yaşanırsa yarın Akdenize çıkacakları yer Hatay-İskenderun Limanı olarak seçilecektir..TÜRKMENDAĞI"da bundan dolayı önlerinde ki en büyük savunmadır.Hedeflenen sonuç Akdenizde ki Doğalgaz ve Petrol Tekelini mutlak olarak İSRAİLİN kontrolüne geçirmiş olmak.
Türkiye Nato üyesi diyerek savunma yapan arkadaşlara da bölgeden şöyle bir bilgi vermiş olalım.
YPG ve PYD"nin Kuzey Irak ve Suriye de kontrol altında tuttuğu bölgelere Yeni Nato Üsleri inşaa ediliyor. ABD Ordusunun Özel Kuvvetleri ve diğer birlikler Karargah olarak bu yeni Nato Üslerinde kalmaktadır. Nato Üslerini Türkiye'den kaydırıyor.Yakın zamanda da Amerikanın ve Natonun Ortadoğuda ki Müttefiki Türk Ordusu değil 2.İsrail olarak kurulması hedeflenen Kürt Devletinin Ordusu olacaktır. Kıbrıs Harekatından ve 95 Çelik Harekatından dolayı Türkiye'nin yakın gelecekte Bağımsız hareket edeceğini sezen ABD ve Nato , Çekiç-Gücü o yıllarda bölgeye sokarak bugünlerin (PYD&YPG) temelini attı. O Yüzden BÜYÜK OYUN! var dedim..
Eğer Bölgede Kürt Devleti kurulursa hızlı bir şekilde Birleşmiş Milletler tarafından tanınacaklardır. Bunun arkasından Nato Bloğuna resmi olarak katılmaları uzun sürmeyecektir.
Suriye'de ki bu Kritik Operasyonlar ABD ve Nato destekli PYD tarafından gerçekleştirilmeden önce , Türkiye'de 15 Temmuz
Darbe-İşgal girişiminin yaşanması tesadüf müydü ?
Dikkati Ülke içine toplarken Sınır ötesinde taşları oynattılar. 1815 Waterloo Savaşında iki Devleti de Finanse ederek Satranç oynayan Rothschild 200 yıl sonrada oyunlarına istikrarlı bir şekilde devam etmekte.
"""" Sınıra iyi bakın Siyonun toplanmasına 1" kaldı """"

9 Ağustos 2016 Salı

VAHHABİLİK VE İŞİD

 Irak'ta IŞİD'in sahneye ani çıkışı Batı'daki pek çoklarını hayrete düşürdü. IŞİD'in şiddeti ve Sünni gençlik için aşikâr çekiciliği tarafından pek çoklarının kafası karıştı ve korkutuldular. Fakat bundan da fazlası, “Suudiler IŞİD'in onlar için de tehlike arz ettiğini fark etmiyorlar mı?” sorusunun cevabını merak eden Batılılar Suudi Arabistan'ın hem sorun yaratan hem de anlaşılması güç bu tezahür karşısındaki kararsızlığını fark ettiler. 
 
Şu anda bile aşikâr ki, Suudi Arabistan'ın yönetici eliti bölünmüş vaziyette. Kimisi IŞİD'i İran Şiiliği ile Sünni ateşini kullanarak harb ettiği için; tarihi Sünni mirasının kalbinde yeni bir Sünni devlet şekillendirdiği için; IŞİD'in katı Selefi ideolojisi tarafından çekime kapıldıkları için alkışlıyorlar. 
 
Diğer Suudiler daha korku dolu ve onlar Abdülaziz'e karşı Vahhabi İhvan İsyanı'nı hatırlıyorlar(Açıklama: bu İhvan'ın Müslüman Kardeşler İhvan'ıyla bir alakası yoktur – lütfen İhvan ile ilgili bundan sonraki tüm referansların Vahhabi İhvan'ına yönelik olduğuna dikkat edin); fakat neredeyse 1920'lerin sonunda Vahhabilik ve Suud içine çekildiler.
 
Pek çok Suudi IŞİD'in radikal doktrinlerinden fazlasıyla rahatsız – ve Suudi Arabistan'ın bazı istikamet ve söylemlerini sorgulamaya başlıyorlar.
 
 
Suud ikililiği
 
Suudi Arabistan'ın IŞİD üzerindeki dahili karışıklık ve gerilimleri Krallığın dogmatik karakterinin çekirdeğinde var olan ve tarihi kökeninde yatan ikililiğe sıkıca tutunarak (ve ısrar ederek) anlaşılabilir.
 
Suudi kimliğinin baskın bölümü Vahhabiliğin kurucusu Muhammed İbn Abdülvahab ile alakalıdır ve onun radikal, dışlayıcı püritanizmine kullanımı İbn Suud tarafından gerçekleştirildi. (İbni Suud, pek çok benzerinin arasında, Necd çöllerinde umutsuzca fakir ve çölde pişmiş Bedevi kabilelerini sürekli yağmalayan ve tartışan ufak bir liderden fazlası değildi.)
 
Bu şaşırtıcı ikiliğin ikinci bölümü öncelikle Kral Abdülaziz'in devlet olma yolunda 1920'lerdeki çalışmasıyla alakalıdır: Onun İhvan şiddetini (Britanya ve Amerika ile ulus-devlet olarak diplomatik geçerlilik elde etmek için) kontrol altına alma; onun orijinal Vahhabi güdüsünün kurumsallaşması – ve uygun zamanda kabaran petro-dolar musluğun 1970'lerde sonradan kavranması, dengesiz İhvan akımını ihraç ederek evden uzaklaştırmak için Müslüman dünya boyunca vahşi bir isyan yaymaktan ziyade kültürel isyanları yayma.
 
Fakat bu “kültürel isyan” uysal bir reformculuk değildi. O Abdulvahab'ın kendisine göre algıladığı bozukluk ve inançlardan sapmaya duyduğu Jakoben benzeri nefretine dayanan bir isyandı, bu yüzden onunki İslam'ın tüm sapkınlık ve putperestlikten arındırılması çağrısıydı.
 
 
Müslüman sahtekarlar
 
Amerikan yazar ve gazeteci Steven Coll 14. asır bilgini İbni Teymiyye'nin bu sade ve tenkitçi müridi Abdulvahab'ın zevki, sanatı, tütün kullanımını, esrar içimini, Arabistan üzerinden ibadet için Mekke'ye giderken davul çalan Mısırlı ve Osmanlı soylularını nasıl hakir gördüğünü yazdı. 
 
Abdulvahab'a göre, bunlar Müslüman değildi; Müslüman kılığına girmiş sahtekârlardı. Ya da, aslında, yerel Bedevi Arapların davranışlarını daha iyi buldu. Onlar evliyalarını onurlandırarak, mezar taşları dikerek ve batıl inançlarıyla (mezarlar ve bilhassa ilahi kabul edilen yerlere saygı gösterme) Abdulvahab'ı kışkırttılar.
 
Tüm bu davranışlar, Abdulvahab tarafından bidat yani tanrı tarafından yasaklanmış ilan edildi. Kendisinden evvelki Teymiyye gibi, Abdülvahab Peygamber Muhammed'in Medine'de kaldığı zamanın ideal Müslüman toplumu (zamanların en iyisi) olduğuna ve tüm Müslümanların bunu taklit etmeye özenmesi gerektiğine (özellikle Selefiler) inandı. 
 
Teymiyye Şiilere, Sufilere ve Yunan Felsefesine harb ilan etti. Açıkça peygamber mezarını ziyaret etmeyi ve onun doğumunu kutlamaya karşı konuştu; bu gibi davranışların Hıristiyanların İsa'ya tanrı olarak tapmaları gibi (putperestlik) bir sapkınlık olduğunu açıkladı. Abdülvahab tüm bu ilk öğretileri, bu İslami çıkarımı kabul etmesinin inananda oluşturduğu 'herhangi bir şüphe ya da tereddüt'ün 'bir kişiyi kendi mülk ve dokunulmazlığından mahrum etmesi gerektiğini' belirterek asimile etti.
 
Abdulvahab'ın dogmasının temel inançlarından birisi tekfir fikrinin anahtarı oldu. Tekfir doktrini altında, eğer aynı tür Müslümanlar mutlak otoriteye ki, bu kraldır, aykırı aktiviteler içersinde yer alırlarsa Abdulvahab ve müritleri onları kâfir kabul edebilir. Abdulvahab ölüleri, evliyaları ve melekleri onurlandıran her Müslüman'ın şiddetle aleyhinde bulundu. Bunları yalnızca Allah'a tam bağlılığa aykırı fikirler olarak kabul etti. Bu yüzden Vahhabi İslam evliya ve sevilen ölülere duayı, mezarları ve özel camileri ziyareti, dini bayramları ve peygamberin doğumunu kutlamayı yasaklar ve dahası mezar taşı kullanmayı men eder. 
 
“Buna uymayanların öldürülmelisi, karıları ve kızlarına tecavüz edilmesi ve mallarına el konulması gerektiğini yazdı.”
 
Abdulvahab somut ve fiziksel olarak gösterilecek bir riayet istedi. Tüm Müslümanların bireysel olarak sadakatlerini şayet bir taneyse halife olan yalnız bir Müslüman lidere sunacaklarını taahhüt etmelerini söyledi. Buna uymayanların öldürülmeleri, karıları ve kızlarına tecavüz edilmesi ve mallarına el konulması gerektiğini yazdı. Ölümü hak eden mürtetler listesinde Şii, Sofi ve diğer Müslüman tarikatları da yer aldı ki, Abdulvahab bunların Müslüman bile olmadıklarını düşünüyordu.
 
IŞİD ile Vahhabiliği ayıran hiçbir nokta yoktur. Muhammed İbn Abdulvahab'ın sonradan ortaya çıkan Tek Lider, Tek Otorite, Tek Camii doktrininin kurumlaşmasıyla aralarında sonradan bir ayrım oluşabilir. Bu üç sütun kesinlikle Suud Kral'ına, resmi Vahhabiliğin mutlak otoritesine ve ilahi kelamı başka bir deyişle “tek cami”i kontrol etmesine işaret etmektedir.
 
IŞİD'in inkâr ettiği ve tüm Sünni otoriteye ait olan bu üç sütun bir ayrımdır; fakat diğer tüm açılardan Suudi Arabistan için derin bir tehlike olan IŞİD Vahhabilikle uyum içindedir. 
 
 
Kısa tarih 1741-1818
 
Abdulvahab'ın bu aşırı radikal görüşleri savunması kaçınılmaz şekilde onun kendi kasabasından sürülmesine neden oldu ve bir müddet başıboş dolaştıktan sonra 1741'de İbn Suud ve onun kabilesinin koruması altında bir sığınak buldu. İbn Suud'un Abdulvahab'ın özgün öğretisinde algıladığı şey Arap geleneğini ve düzenini devirmekti ki, bu güç elde etmeye giden yoldu. 
 
“Tıpkı IŞİD gibi onların da stratejileri işgal ettikleri toplumlara boyun eğdirmekti. Korkuyu öğretmeyi amaçladılar.”
 
Abdulvahab'ın doktrinini benimseyen İbn Suud kabilesi şimdi her zaman yaptıkları şey olan komşu köylere baskınlar yapabilir ve onları soyabilirdi. Fakat şimdi bunu Arap geleneği çerçevesiyle değil cihat etiketiyle yapıyorlardı. İbn Suud ve Abdulvahab cihat namına şehitlik fikrini şehit olanlara cennete derhal giriş bahşedileceği şeklinde yeniden tanıttılar. 
 
Başlangıçta bazı yerel topluluklar işgal edip egemenliklerini dayattılar. (İşgal edilen yerlilere sınırlı seçim hakkı sunuldu: Vahhabi olmak veyahut ölüm.) 1790'da bu ittifak Arap Yarımadası'nın çoğunluğunu kontrol ediyor ve sıklıkla Medine, Suriye ve Irak'a baskınlar düzenliyorlardı
 
Tıpkı IŞİD gibi onların da stratejileri işgal ettikleri toplumlara boyun eğdirmekti. Korkuyu öğretmeyi amaçladılar.1801'de bu ittifak Irak'taki kutsal kent Kerbela'ya saldırdı. Kadın ve çocukların da aralarında olduğu binlerce Şii'yi katletti. Peygamber Muhammed'in maktul torunu İmam Hüseyin'in türbesinin de içinde bulunduğu pek çok Şii türbesi yok edildi.   
 
Bir Britanya memuru olan ve o zaman durumu gözlemleyen Lieutenant Francis Warden şöyle yazdı: “Tüm Kerbela'yı yağmaladılar ve Hüseyin'in mezarını talan ettiler. Olağandışı bir acımasızlıkla beş binden fazla yerliyi gün içinde katlettiler.”
 
Suudi devletinin ilk tarihçisi Osman İbn Bişr Necdi, İbn Suud'un 1801'de Kerbela'da katliam yaptığını yazar.Kerbela'da katliam yaptıklarını, insanları köle olarak aldıklarını gururla yazıyor ve sonra alemlerin rabbi olan Allah'a şükrederek yaptıkları için pişman olmadıklarını, küffara aynı muamele yapılacağını ilave ediyor.
 
1803'de Abdülaziz terör ve panik içinde teslim olan Kutsal Şehir Mekke'ye girdi. Daha sonra Medine de aynı kaderi paylaşacaktı. Abdulvahab ve müritleri tüm tarihi anıtları, mezarları ve türbeleri yakıp yıktı. Sona gelindiğinde, Büyük Camii yakınındaki asırlardır var olan İslami mimariyi yok ettiler.
 
Fakat 1803'ün Kasım'ında, Kral Abdulaziz bir Şii tarafından suikasta uğradı ki, bu Kerbela'nın intikamıydı. Oğlu Suud bin Abdulaziz tahta geçti ve Arabistan'ı işgale devam etti. Osmanlı idarecileri daha fazla arkalarına yaslanıp oturamadılar ve imparatorluklarının parça parça bitirilmesini seyredemediler. 1812'de Osmanlı ordusu Mısırlılarla birleşerek mezkur ittifakı Medine, Cidde ve Mekke'den söküp attı. 1814'de Suud bin Abdulaziz ateşlenerek öldü. Onun talihsiz oğlu Abdullah bin Suud Osmanlılar tarafından nihayetinde korkunç bir şekilde idam edileceği İstanbul'a götürüldü. (İstanbul'u ziyaret eden birisi onun sokakta üç gün boyunca aşağılandığını ve sonra asılıp boynu kesilmiş, koparılan kafasının topla ateşlendiğini ve kalbi çıkartılarak kazık saplandığını bildirdi.)
 
1815'de, Vahhabi güçleri Osmanlılardan yana olan Mısırlılar tarafından kesin bir harpte ezildi.1818'de Osmanlılar Vahhabi başkenti Dariyah'ı ele geçirip harap ettiği için ilk Suudi devleti ortadan kalktı. Geri kalan birkaç Vahhabi geri çekilerek çölde toplanmaya ve 19. asrın çoğunda orada pasif halde kalmaya mecbur oldu.
 
 
IŞİD ile tarihi dönüş
 
Tarihi hatırlayanlar arasında çınlayan modern Irak'ta IŞİD tarafından bir İslam Devleti'nin nasıl kurulduğunu anlamak zor değil. Aslında, 18. asrın dünya görüşü Vahhabilik Necd içinde sönmedi, fakat Birinci Cihan Harbi'nin kaos ortamında Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde yeniden gürledi.   
 
El Suud 20. asır rönesansında öz ve politik açıdan keskin zekalı ve aynı zamanda parçalanmış bedevi kabilelerini birleştiren Abdulaziz tarafından idare edildi. Suudi İhvan'ı Abdulvahab ve İbn Suud'un evvelki din savaşlarının ruhuna yüklendi.
 
İhvan 1800'lerde neredeyse Arabistan'ı ele geçirecek olan silahlı Vahhabi ahlakçılarının ilkel, vahşi, yarı bağımsız öncü hareketin reenkarnasyonuydu. Daha evvelinkine benzer şekilde İhvan 1914 ile 1926 arasında Mekke, Medine ve Cidde'yi yeniden ele geçirmeyi başardı. Fakat Abdulaziz geniş çıkarlarının devrimci Jakobenist görünümlü İhvan tarafından tehdit edildiğini hissetmeye başladı. 1930'ların sonuna kadar sürecek bir iç savaşa sebep olan İhvan İsyan'ı kralın makineli tüfekleriyle bastırıldı.
 
Abdulaziz için önceki on yılların gerçeği sarsılıyordu. Yarımadada petrol keşfediliyordu. Britanya ve Amerika Abdulaziz'e yaltaklansa da, hala Arabistan'ın tek meşru idarecisi olan Şerif Hüseyin'i desteklemeye meyilliydiler. Suudiler daha sofistike bir diplomatik tutum geliştirmeliydiler.
 
Haliyle Vahhabizm, cebri devrimci bir hareket ve teolojik açıdan tekfirci arındırmadan muhafazakâr toplum, politika, teoloji ve dini dava hareketine ve ayrıca asil Suudi ailesine ve kralın mutlak gücüne dayanan kurumu meşrulaştırmaya dönüştü. 
 
 
Petrol zenginliği vahabiliği yayar
 
Petrolle beraber Fransız akademisyen Giles Kepel'in belirttiği gibi Suudiler Vahhabiliği Müslüman dünyaya yaymayı amaçladılar. Bu Vahhabi İslam, din içindeki farklı sesleri susturan ve tek bir inanç yaran bir harekettir ki, ulusal ayrımların ötesindedir. Milyarlarca dolar bu yumuşak gücün dışavurumuna yatırıldı ve halen yatırılmaktadır.
 
Bu milyar dolarlık sarhoş edici, kuvvetli yumuşak güç yansıması  ve Suudilerin Sünni İslam'ı Amerika'nın menfaatine göre idare etmesiydi (bunun beraberinde Vahhabizm'i eğitsel, sosyal ve kültürel olarak İslami topraklar boyunca iliştirdiğini de dikkate alalım). Suudi Arabistan'ı Batı politikasına bağımlı hale getiren bu bağımlılık, Abdülaziz'in Roosevelt ile bir ABD savaş gemisi üzerinde gerçekleşmiş olan toplantısından (Başkan Yalta Konferansı'ndan dönerken),  bugüne kadar dayandı.
 
Batılılar Krallığa baktı ve zenginlikten, aşikar modernleşmeden, İslami dünyanın iddia edilen liderliğinden gözleri kamaştı. Krallığın modern yaşamın mecburiyetlerine aklının yattığını ve Sünni İslam'ın idaresinin de Krallığı modern yaşama ikna edebileceğini farz etmeyi seçtiler.
 
 
“Bir yandan IŞİD sonuna kadar Vahhabidir. Diğer yandan farklı bir şekilde olağanüstü radikaldir. Temelde çağdaş Vahhabiliği düzeltici bir hareket olarak görülebilir.”
 
Fakat İslam'a Suudi İhvan yaklaşımı 1930'larda ölmedi. Geriledi fakat sistemdeki yerini korudu ve bu yüzden bugün Suudilerin IŞİD'e olan tutumunda bir ikiyüzlülük gözlemliyoruz. Bir yandan IŞİD sonuna kadar Vahhabidir. Diğer yandan farklı bir şekilde olağanüstü radikaldir. Temelde çağdaş Vahhabiliği düzeltici bir hareket olarak görülebilir.”
 
IŞİD bir Medine sonrası harekettir. Peygamberimiz SAV 'den ziyade benzeşilmesi gereken kaynak olarak ilk iki halifenin davranışlarına bakar ve cebren Suudilerin idari otoritelerini inkâr eder.
 
Suudi Krallığı petrol çağında daha kibirli bir kuruluş olarak çiçeklendiğinden İhvan mesajının cazibesi Kral Faysal'ın modernleşme kampanyasına rağmen temel kazandı. İhvan yaklaşımı pek çok önde gelen kadın, erkek ve şeyhin desteğini kazandı ve hala kazanıyor. Bir bakıma, Usama bin Ladin kesinlikle bu İhvan yaklaşımının sonradan çiçek açmasının temsilcisiydi.
 
Bugün, IŞİD'in kralın meşrutiyetini boş vermesi problem olarak görülmüyor fakat daha ziyade Suudi-Vahhabi projenin gerçek köklerine dönüş problem teşkil ediyor.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Dinlerarası Diyalog İhaneti -Saidi Nursi'nin bu misyoner aşkı neden?








         Özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün" Said-i Kürdi (Nursi)

1876 yılında Bitlis'in Nurs köyünde dünyaya gelen Said-i Nursi bağımsız Kürdistan çalışmalarına II. Abdülhamit zamanında başlar. Bu zamanlar, Türk topraklarının birer birer elden çıktığı zamanlardır.
Said-i Nursi de bu durumdan yararlanmak için Abdülhamit'e bir dilekçe ile başvurur. Dilekçede Kürdistanın geleceği (!) için Kürdistan olarak adlandırdığı bölgede 3 tane medrese açılmasını ve bu burada Kürt gençlerinin eğitim görmesini ister.
II. Abdülhamit bunun altındaki sinsi planı hemen fark eder. Bu dilekçeden sonra Said-i Nursi'yi önce sürgüne göndermeyi düşünür fakat akli dengesinin yerinde olmadığını anladığından tımarhaneye kapatılması kararlaştırılır. Said, "Zalimler için yaşasın cehennem!" sözünü Abdülhamit için söyler......

Kürt Teali Cemiyeti 
Isparta'daki sürgünden memleketine dönen Said-i Kürdi yine İngilizlerin işgal planına uygun olarak Doğu'da ve güneydoğuda İngiliz hükümeti destekli bir Kürdistan kurulması amacıyla "Kürt Teali Cemiyeti" kurucuları arasında yerini aldı.(kaynak: Marmara brifingi, 1971)
Bir yandan işgalcilerle mücadele eden Ankara hükümeti bir yandan da İngiliz destekli gerici isyanları bastırmakta başarılı olunca Said-i Kürdi bu sefer M. Kemal'le görüşmek için Ankara'ya gitti. Amacın şeriat devleti kurmak olmadığını, ulusal temele dayanan devlet kurmak olduğunu anlayınca bundan vazgeçti.
Bugün dahi Nurculukta cuma namazı kılınması farz kabul edilmez. Çünkü Said-i Kürdi'nin anlayışına göre ülke hala "müslüman" değildir. "Dar-ül harp"tir. Yani şeriatı getirmek için savaşılması geren topraklardır.
Bu anlayışa uygun olarak çıkan ve arkasında İngiliz desteği olduğu resmi belgelerle kanıtlanmış olan Şeyh Sait isyanına katıldığı için İstiklal Mahkemesince yargılandı ve birçok ilde sürgün yaşadı. İngiliz destekli bağımsız Kürdistan isteyen bu ayaklanma birçok şehrin yıkımına, ordunun büyük ölçüde kayıp vermesine ve misak-ı Milli sınırlarımız içinde olan Musul ve Kerkük'ün İngilizlere kalması ile sonuçlandı.
Nur cemaati'nde Atatürk'ün "Öküz aleyhisselam", "Beton Kemal", "Deccal" gibi isimlerle anılmasınınn arkasında bu şeriatçı ayaklanmaların uğradığı hezimetler yatmaktadır.
Risaleleri ve fikirleri
Said-i Nursi'nin yaşamı boyunca yazmış olduğu risalelerin tümüne "Risale-i Nur Külliyatı" denir.
Türkçe konuşan insanların %90'ının anlayamayacağı bir dil kullanan(ve kişisel düşünceme göre hiç de derin anlamı olmayan ve birbirinin tekrarı niteliğinde olan) bu eser, başlarda cifir'in İslam dışı olduğunu söylediği halde("cifir..., gaybı Allah'tan başkası bilmez ayetine karşı edep dışı bir davranıştır")(bkz. Lem'alar s. 39(yazıldığı tarih 1957) daha sonraki kitaplarında sık sık cifir kullanarak kendisinin ve yazdıklarının ne kadar yüce olduğunu anlatır. Buna örnek vermek gerekirse: 
"-... İçlerinde bedbaht olanlar da said olanlar da vardır- anlamındaki ayetin cifir yyönünden sayı değeri 1303 eder. Hud Suresinde -Emrolunduğu gibi hareket et-, anlamında bir ayet olduğu gibi Şura suresinin 2. ayetinde de aynı anlamda bir ayet vardır. -Vav-la başlayan Şura suresindeki ayetin cifir yönünden sayı değeri de 1309 eder. Bu tarihte bütün muhataplar içinde özellikle birine Kur'an adına iltifat ediliyor, doğru olmak yolunda buyruk veriliyor. Birinci tarih(1303)de ise, Risale-i Nurlar müellifi(Said-i Nursi)nin ilim tahsiline başladığı tarihtir. İkinci ayetin tarihi ise O müellif(Said-i Nursi)nin harika bir şekilde pek az bir zamanda ilimce en son noktaya ulaştığı(!), tahsili bitirdikten sonra ders vermeğe başladığı ve 3 ayda, bir kış içinde, 15 senede ancak okunabilen 100'den çok kitap okuduğu ve o zamanın o muhitte en ünlü alimlerinin yanında o 3 ayın mahsulu fakat 15 yılın mahsulü kadar olan ilimleri kazandığı, ne kadar büyük bir alim olduğunu; hangi ilimden olursa olsun sorulan her soruya en doğru cevabı vermekle ispat ettiği tarihe rastlar."(Tasdik-i Gaybi, s. 61-62, yıl 1958)
Said–i Nursi'ye göre Atatürk Deccal'di
Said–i Nursi bir çok lahikasında Atatürk'e "Deccal" diye hakaret ediyordu.
Deccal, İslami literatürde en ağır hakaret sayılan ifadelerden biridir. Deccal; yalan söyleyen, aldatan, karıştıran kişi anlamına gelir. Deccalin ortaya çıkması kıyamet alametlerinden biri olarak da görülmüştür.
Deccal konusunda tarih boyunca ortaya atılan iddiaları gündeme getirecek değiliz. Ancak Said–i Nursi'nin şu satırlarını okuduğunuzda Deccal denilince kimin kastedildiğini çok iyi anlamış olacağız.
"Ben bir manevi alemde, İslam Deccalini gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirce bir manyetizma gözümle müşahade ettim ve onu bütün bir münkir bildim. İşte bu inkarı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder.(...) Fakat kahraman ve mücahit ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur–u iman ve Kur'an ışığıyla hakikat–i hal–i göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılıyor." (Şualar458–459,Siracun Nur 247)
Saidi Nursi, başlangıçta şifreli olarak işaret ettiği Deccal'in kim olduğunu daha sonra şöyle anlatıyor:
"Ölmüş gitmiş dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis–i Şerif'in ihbariyle Kur'an'a zararlı bir adam çıkacak demiştim.Sonra Mustafa Kemal'in o adam olduğunu zaman gösterdi. (Emirdağ Lahikası I/278,Yirmiyedinci mektuptan Sabık Reis–i Cumhur'a ve üç makama gönderilen istida)

Saidi Nursi, Mustafa Kemal'e yönelik Deccal suçlamasında daha da ileri giderek şunları yazar:
"...Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakiki Müslüman Türk'ü Protestan yapamayan ve Millet–i İslam için pek zararlı olduğunu ef'aliyle ispat eden ve Hadis– Şerif'in haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu(yani Deccal, y.n) hayat ve mematiyle gösteren Mustafa Kemal'e bir mahrem eserde 'din yıkıcı Süfyan' dediğimizi (...)" (Emirdağ Lahikası I,50–51;Yirmiyedinci Mektuptan Mahkeme–i Kübra'ya Şekva ve Müdafaatın Bir Haşiyesi olan Parçanın Hülasasıdır, Ayrıca Müdafaalar, 226–227)
Saidi Nursi Atatürk'e açıkça Deccal diyor, Millet–i İslam'ı Protestan yapmak istediğinden bahsediyordu.
Oysa, Saidi Nursi'nin Deccal dediği Atatürk, İzmir Amerikan Koleji'nde misyoner faaliyette bulunuluyor diye bu okulu tamamen kapatmış, hayatta iken Bab–ı Ali'nin "Misyonerle Mücadele Teşkilatı" kurmasına destek vermiş, 3 Ocak 1922'de Meclis Başkanı iken yayınladığı bir muhtırada, İçişleri Bakanlığı'na çok sert çıkışarak, Amerikalıların Anadolu'da "Öksüzler Yurdu" altındaki yapılanma isteklerinin tamamen Hıristiyanlığı yaymak amacı taşıdığını vurgulayarak "bu talebin derhal reddedilmesini" istemişti.
Said-i Nursi ve şehitlik
Şöyle diyor Said– Nursi:
"Birinci Dünya Savaşı'nda bizimle savaşmış da olsa, bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır." (Kastamonu Lahikası,s.45)

"Ne dinden olursa olsun bir nevi şehit hükmündedir. Mükafatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa'ya mensup Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denebilir." (Kastamonu Lahikası, s.75)

"Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevi afattan çektikleri belalara mukabil rahmet–i ilahiyenin hazinesinden öyle mükafatları var ki, eğer perde–i gayb açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir tezahürü rahmet görünüp, "Ya Rabbi şükür elhamdü lillah diyeceklerini bildim ve kati surette kanaat getirdim." (Kastamonu Lahikası, s.45)

İslam tarihi boyunca kendini Müslüman olarak addeden hiçbir din adamı, Müslümanları ve İslamdaki şehitlik kavramını böylesine aşağılayan ifadeler kullanmadı.
Bu cinayete ilk kez Said–i Nursi'de rastlıyoruz.
Şehitlik, Allah yolunda savaşan, vatanını savunan ve bu uğurda ölenlere verilen bir mükafattır. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya karşı savaşan "yedi düvel", Haçlı dünyasının karşımıza çıkardığı küfür ordusuydu. Bu savaşta Ortadoğu'dan, Çanakkale'ye kadar bir çok cephede milyonlarca "Mehmedimiz" din uğruna, İlay–ı Kelimetullah uğruna, vatan uğruna, bu vatan üzerinde Ezan–ı Muhammedi ilelebet çınlasın diye şehit oldu.
Ama bir din adamı bozuntusu ortaya çıktı ve "ne dinden olursa olsun, Müslümanlara karşı savaşıp ölen kafirlerin de şehit olduğunu" ilan etti. Ve hatta hiç utanmadan yüzü kızarmadan Memedimizi katleden o kafirlere bir de "mazlum" dedi.

Dinlerarası Diyalog ve Said-i Nursi
Bu olayın ve "Vatikan'ın misyonunun bir parçası olmayı" kabullenmenin tarihsel bir altyapısı var mı sorusu kuşkusuz sizin de aklınıza geliyordur. Öyle ya bir insan durup dururken neden dünyadaki misyoner faaliyetlerin merkezi olan bir kurumun misyonun bir parçası olmayı kabul eder?
Bu sorunun cevabını bugünkü Nur cemaatinin faaliyetlerinde değil, Said–i Nursi'nin yazdığı risalelerde gösterdiği hedeflerde aramak lazım.
Saidi Nursi risalelerinde pek çok yerde Hristiyanlarla yakınlaşmayı, kaynaşmayı ve ittifakı şu şok edici sözlerle "emreder": "Müslümanlık – Hristiyanlık ittifakını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nurcular, Hristiyan ruhaniler ve misyonerler uyanık olmalıdır." (Emirdağ Lahikası I, s. 1712, Tarihçe–i Hayat, s.434'den nakleden Prof. Dr. Yumni Sezen, Dinlerarası Diyalog İhaneti, Kelam Yayınları)

"Misyonerler ve Hristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü herhalde şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etme fikriyle İslam ve misyonerlerin ittifakını bozmaya çalışacak." (Lem'alar,111,141)

Saidi Nursi Müslüman ve Hristiyanlar arsındaki ittifakın bozulmaması için nurcu kardeşlerine çağrı yaparak misyonerlerle sürekli bir ve beraber, ittifak halinde olmalarını istiyor. Bu ifadelerde sadece Hristiyanlarla değil Hristiyanlığı yaymak için büyük paralarla Osmanlı topraklarında Hristiyanlaştırma faaliyetlerinde bulunan "Hristiyan misyonerlerin o dönemdeki uzantılarıyla de ittifak halinde olunmasını "emretmesi" insanı şaşırtıyor.
İyi de Saidi Nursi misyonerlerle neden böylesine sarmaş dolaş olunmasını istiyor? Nurculara neden "misyonerlerle ittifak halinde olun" diyor. Osmanlıyı o misyonerler ve onların işbirlikçileri parçalamadı mı?
Saidi Nursi'nin bu misyoner aşkı neden? 


KAYNAK: Yümni Sezen,Kelam Yayınları
muhakkak okuyun ve okutun.
Alıntıdır.