18 Kasım 2015 Çarşamba

KÜRESEL GÜÇLER NEDEN SAVAŞ İSTİYOR? (Blue Beam Projesi)



          KÜRESEL GÜÇLER NEDEN SAVAŞ İSTİYOR? (Blue Beam Projesi)

Önce Vatan Gazetesi  /  Makalem 


   Sevgili Okurlarım bu yazdıklarımla, 21.yüzyılda neden insanlığın göreceği en büyük savaşın tek hedef olduğunu anlayacaksınız. Yada illa bir savaş çıkarmak için neden uğraşıyorlar onu daha iyi anlayacaksınız..
Şunuda Not olarak düşeyim: 2020 yılında Bütün dünya ekonomisini çökertecek bir şeyler yaşanırsa emin olunki okuyacaklarınız 2020’den sonraki 15-25 yıllık süreçte yaşanacak hadiseler olacaktır. Finans veya Ekonomi dergilerine,kuruluşlarına ve buna kafa patlatan yazarların çalışmalarına göz atarsanız 2020 Ekonomik Sistem Çöküşü hakkında birşeyler göreceksiniz. Erkan Öz’ün  “Finansal Tufan”  kitabı bu konuda  ışık veriyor bizlere… Fakat  yazacaklarım bunun ötesinde…
Yazının tam özüne girmeden öne küçük bir iki  satır bir şeyler yazmak gerekiyor.
Öncelikle mantıken bir düşünün bütün bu projeleri dizayn eden Gizli bir örgüt olacak ve herkesin dilinde olacak .Şu Meşhur İlluminatu’dan bahsediyorum. Ve bize kendilerini deşifre edip biz şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz diye reklam edecekler. Bizde Saman dolu beynimiz  ile aptallar ordusu gibi kanacağız. Yermiyiz ?  Bence  yemeyiz.! Ama ne var ki içimiz de bunları  reklam edecek  kadar hadsiz ve densiz menfaatçi  birkaç kalem yazar çizer tayfası var. Onlar kendilerini iyi biliyorlar. Bu yazar tayfası  günü birlik kendini reklam etme derdine çıkmış, ama bunları yaparken çocuklarımızın, gençlerimizin geleceği ile  oynuyorlar. Kafalardan şunu bir kere silelim İlluminasyon bir düşüncedir bir örgüt değil evet bir zamanlar var olmuş olabilir ama  İlluminasyon amaçtır, fikirdir, idealdir.
Bir takım hadisler var merak edipte araştıran veya tesadüfen rastlayanlar bilirler.
“Mesih - Deccal” ile  yani başlıkta da belirttiğim gibi bir amaç için illa da bir savaş çıkartmak için uğraşan küresel elitler “insanlık tarihinin göreceği en büyük fitne olacaktır” diyor hadiste. Doğruluğunu yanlışlığını tartışmayı bırakalım.
Bu konu ile alakalı bazı  hadisler Peygamber efendimize Hz Muhammed (SAV.)’a aittir diye bir düşünce savunmuyorum öncelikle onu belirteyim. Ama şurasını söylemem gerekirse gelecekle ilgili olan hadislerin kimin tarafından söylediği değil de sembolik anlatımla gizlenen bilgilerin hadis kılıfına sokularak insanlara öğretildiğini düşünmelisiniz.  Bu Mesih (AntiChrist)  v.b bir takım bilgiler, hadisler 1000-1400 yıl öncesinden bu tarihe kadar gelmişler. Bakıyorsunuz ki o dönemin müslüman ilim veya bilim adamları bütün İnsanlığı aldatacak  bir sahte Mesih’ten bahsediyor.  Şimdi İsevi dünyasından bir takım bilgilere ulaşmış ve deşifre etmiş insanların söylediklerine bakalım.
Bu satırlardan sonra okuyacaklarınız bizlere ait değildir. Yazar  Serge Monast’a aittir.Monast birzamanlar komplo teorisi denilen “Blue Beam Projesi”ni deşifre eden kişidir.Ama Komplo teorisi değilmiş gerçeğin ta kendisini anlatıyormuş meğerse  Serge Monast.
“Aldığımız birçok raporlara dayalı bilgilere göre, sanıyoruz ki tüm bunlar küresel bir ekonomik çöküşün ardından başlayacak. fakat tam bir ekonomik çöküş değil! Fakat nakit ve plastik paradan kurtulmadan önce oluşturulacak yeni bir “ara para birimini” kabullendirecek kadar bir çöküş. Ara para birimi herkesi ellerindeki nakdi bankalara yatırmaya zorlayacak ve bu sayede parası olup da buna ihtiyacı olmayanlar bile yeni dünya düzenine karşı herhangi bir ayaklanmayı finanse edebilecek yetilerini kaybedecek. Nakit para sistemi yok olacak!  Bu ilk işaretlerden biri.
Nasa'nın gizli mavi ışık projesi “project blue beam” bu proje, yeni çağ inancını oturtabilmek için 4 farklı basmaklardan oluşmaktadır. Unutmamalıyız ki yeni çağ inancı kurulmak istenen “yeni dünya hükümeti”nin temelini oluşturmakta ve bu inanç dışında “yeni dünya düzeni”nin kurulmasına izin vermemektedir! Şunu tekrar edeyim: Yeni Çağ Dini  inancı olmadan “yeni dünya düzeni”ni kurmak olanaksızdır. Bu yüzden de “blum beam project”  bu projenin en önemli temel taslarından biridir ve bu nedenle şimdiye dek  gizli kalmıştır. Bilginin dışarı sızmasını 1994 ta Serge Monast isimli kişi sağlamıştır.Nasa'nın deşifre olan programlarından bir tanesinin adı, "blue beam", yani "mavi ışık"tır. Temel amaç, illuminati adlı masonik örgütün Kudüs merkezli tek yeryüzü devletini oluşturabilmektir. Bunun için bütün dünyadan görülebilecek bir hologram oluşturulacak ve bu hologram, o toplumun inancına göre figürlerle yine o toplumun diliyle hitap edilecek şekilde uydulardan, haarp ve casus uçaklardan faydalanarak bir gösteri yapılacaktır”
İlluminati, yıllardır bu oyunu sergilemek için gizliden gizliye çalışıyor. Tarihi değiştirdiler, bilimi manipüle etiler, sinema ve sanatla inanmanız ve etkilenmeniz gereken kodları size yüklediler. Artık geriye tek bir hamle kaldı: "mavi ışık projesi".
Amaç, aslında çok basit. Dinsel kaynaklarda bahsedilen ve beklenen “Mesih”, “Mehdi” çıkış alametlerini dünya teknolojileri sayesinde hayata geçirmek ve insanları kendi çıkartacakları, rol verdikleri kişilere itaat ettirmek.
İlk öncelikle “uzay şov”u. bu şov neden dolayı kaynaklanacak? Dinlerin çökmesine az kala, verilmiş olan kehanetlere bağlı olarak eş zamanlı yapılacak. Gösteri uydulardan, sodyum bazlı bir katman üstünde yerden yaklaşık 90 kilometre yukarıda gerçekleşecek. Günümüzde hâlen arada bir testlerini görüyor fakat bunları ufo gözlemlemesi olarak kayıtlara geçiyoruz!
Çok profesyonelce hazırlanmış bu şov sonucunda yeni Mesih tanıtılacak ve “Yeni Dünya” inancına adapte edilecek. Gereğinden çok gerçekler ortaya atılacağı için kimsenin karşı çıkma fırsatı olamayacak. “Hatta en bilgeler dahi kandırılacak”.
Mavi ışın projesi 2000 yıllık eski kehanetleri evrensel bir tamamlanış olarak ortaya koyacak. Prensip olarak gökyüzü bir film ekranı olarak kullanılacak ve uzay tabanlı uydular sayesinde dünyanın 4 kösesine es zamanlı, her dilde ve lehçede yayın yapılacak. Fakat bu yeni gelmiş olan tanrı esasında “antichrist” denen yalancı peygamber olacak ve eski anlatımların yanlış anlaşıldığını bu nedenle kardeşin kardeşi vurduğunu, ulusların uluslara savaş açtığını belirtip artık eski dinlerin yok edilmesi gerektiğini ve yeni bir inanışa geçilmesinin vakti geldiğini söyleyecek. bu yeni inanış tabiî ki yeni dünya düzenin inancı olacak!
Tabiî ki bu mükemmel hazırlanmış plan dünya üstünde dev büyüklükte ki bir düzensizlik yaratacak, ülkeler birbirlerine düşecek, herkes birbirini öğretileri için suçlayacak, din uğruna akmış olan milyonlarca doların hesabi yapılacak. Ayrıca, tüm bunların gerçekleştiği sırada tüm dünyada politik anarşi ve doğal afetlerden oluşan zararların gerçekleştiği bir an olacak
Şimdi, bunun buradaki anlamı çok önemli, çünkü bu teknolojilere inanmayacak olan insanların oldukça çok sayıda olması mümkün ya da bunları bilim kurgu olarak nitelendirmeleri de. Fakat bu kişiler nasıl bir tehlikeyle karsı karsıya olduklarının farkında bile değiller. Mesih'in tanıtıldığı gece bu olaya hazırlanmamış kişiler kendilerini kurtarmakta geç kalmış olacaklar. İnanmadıklarından dolayı da hazırlıksız yakalanacaklar. Yeni teknoloji sadece insanları izlemek kontrol altında tutabilmek için geliştirildi. Bu teknoloji belirli bir amaç için geliştirildi ve bu amacı görmezden gelerek ya da farkına varmaktan kaçınarak sadece kurulacak olan yeni dünya düzeni, antichrist ile gelen yeni dünya dinî ve yeni dünya hükümetini bir adim daha yaklaştırmış olacaksınız. ”1994 Yılında Bu Sözleri yazıya döken Monasta Film sektörünün sahipleri gönderme yapıyor .Hemde insanlarla alay edercesine filmler çekiyorlar. Her türlü  dayatmaları ve toplumumuzu  ve  çekirdek aile  unsurumuzu yok etmeye çalışıyorlar.
Eyes Wide Shut Filmini çeken Stanley Kubrick Filmin yayınlandığı yıl kalp krizi geçirerek ölmüştür.Bu yaptığı film sayesinde bir çok üstü örtülmüş bilgi deşifre edilmek zorunda kalınmıştır.Ve az önceki okuduğunuz makaleyi yazan Serge Monastta bunun yayınlanmasından sonra kalp kriziyle ölmüştür.
Eğer yazılanların bir cümlesine bile değer veren biriyseniz  insanları dogmatik bilgiden kurtarmaya çalıştığımızın farkına varmalısınız. Artık kendimize  gelmeliyiz. !  İnanç sistemimizin içine girmelerine bizi  çökertmelerine  fırsat vermemeliyiz.!  Geleceğimiz, çocuklarımız  teknolojik tehlike altında.!
Bu İlluminasyon Amerika Birleşik devletinin ve İngiltere’nin Bankasına Sahip olanların, 1. ve 2.Dünya Savaşlarında hiç Dokunulmayan ülke Olan İsviçre bankasının sahipleri olanların , 3.Dünya Savaşı için Müslüman topraklarının ortasına Terör Devleti olan İsraili kuranların savaşıdır.Saydığımız bu Devletlerin kendileri Milletleri ve orduları sadece amaca ulaşmak için araç olarak , piyon olarak kullanılmaktadır.Yeni Bir Dünyada ABD,İngiltere,İsrail gibi kullanılan Devletlerin hiçbiri olmayacak şekilde tasarımlar yapılmaktadır.  Artık   her şeye  hazır olun..!

19 Ekim 2015 Pazartesi

Ne güzel Dünya bee...!



Ne Güzel Dünya  bee.!

Avrupa  mülteci hareketi ile kaynıyor, Avrupa Suriye'den kaçan sığınmacılara kapılarını  kapatıyor. Sen Suriye'de kaos çıkar, kaosdan savaşa  dönüştür. Esad'ı hain ilan et! Kendi ülkelerinde  vatanlarında  huzur içinde yaşayan insanların huzurunu  kaçır. Sırf kendi  emel ve arzuların  için  enerji kaynaklı  bölgesel hakimiyet için  odak nokta Suriye'yi seç  yaktır,yıktır,  talan ettir. Katil örgütleri oluştur  oraya gönder sonra da  oradan kaçan insanlara kapılarını  kapat. Vay be Ne Avrupa imişsiniz.!

Medeniyetin  beşiği  CANAVAR Avrupa  insan hayatlarını  hiçe sayan, barış ve demokrasi deyip  kana bulanan  kandan nemalanan Avrupa.!

Mülteciler  için kirli pazarlıklar yapılıyor. AB Avrupa Birliği  elçisini  yani  Şansölyesini Türkiye 'ye gönderdi Neden? Mülteci  pazarlığı  için çünkü  o insanları  istemiyorlar. Hırvatıstan, Macaristan, Slovenya  kapılarını  bir bir kapattı. Suriye'liler için  kardeşlerim diyen  Erdoğan  ise Suriye'li  kardeşlerinin   pazarlık   konusunu  olmasına  şansölye ile gülerek  muhatap oldu. ciddi  pazarlıklar  söz konusu  olması Türkiye için ileride gelecekte  çok vahim hatıraların ve tartışılacak siyasi  kararların altına  resmen  not düşülmüştür.Türkiye 'den  resmen  Suriye'li  mülteciler için  gardiyanlık istenmektedir. Hapishane ise Türkiyedir.

Avrupa siyasi sahnesinde pazarlık:  Almanya diğer devletlerin yükümlülüklerini   muazzam sayıda hafifletilmesi  için mülteciler konusunda bazı önlemler bulmaya çalışıyor. Sorumlu olmasa bile, "onları uzak tutmak" her yaklaşımı er ya da geç almak zorunda kaldı. Avrupa'daki mültecilerin  hali  AB'nin  gözünü korkutmuş olmalı ki  Almanya'yı elçi ilan etti.  Ve gardiyanlık teklifini Türkiye'ye iletti. Bunun karşılığında AB kapılarının  açılma aşamasının  derecesini yükseltmek oldu.
Önce  mülteciler  için teklif edilen ödenek, olmadı  sonra  bunu  verelim yada olmadı şunu verelim teklifleri ile  Merkel Türkiye'ye geldi. Sonuç  olarak  Türkiye  Suriye'li mültecilere  açık hapishane olacak.

Ne Güzel Dünya be!  İnsanları birbirine kırdır. Sonra da  Seyret..!













21 Eylül 2015 Pazartesi

TÜRKİYE'NİN KABUK DEĞİŞTİRME YILI 2017

Türkiye  1 Kasım 2015'te   seçime  gidiyor. Bu seçimde de  Ülke için çok şeyin değişmeyeceği hususunu  bir çok kere  yineledik. Ve tekrar  ediyoruz. 1 Kasım'da  çok  şey değişmeyecek, mutlak bir koalisyon ile Türkiye  2 yıllık  bir  çözüm hükümeti  ile  tabanının  değişeceği  artık  çok sesliliğinin  ön plana çıktığı  yeni bir partinin ve oluşumun  sinyalini  veriyor. 2017 de yapılacak  yeni seçime  Türkiye hazır olacak. Ve Yeni Liderler ve Yeni  Partiler  ile tanışacak...!


Erkan MACİT
21-09-2015

29 Haziran 2015 Pazartesi

İlk Türkler (M.Ö. 2500- M.Ö. 500 )


















Şimdi M.Ö. 2500—M.Ö.500 arasına bir göz atalım. Göçler ve Alper Tunga Destanı bu dönemler ile alakalı görünmektedir.
  
ANADOLU
(M.Ö. 2250)
Türklerden; hem de Anadolu'da sözeden ilk yazılı belgelerden biri bu yıllara aittir. Bu belge daha evvel 1938 yılında Alman Filologlar tarafından neşredilmiş fakat nedense unutulmuştur.
3 nüshasından birisi Anadolu'da Hattuşaş Devlet Arşivinde bulunan ve Akad Kralı Naram-sin tarafından yazdırılan bu tablette, Akad Kralı kendisine karşı ayaklanan 17 şehir devletinin (Sümerlerden kalan) adlarını verirken Hatti Kralı ile birlikte, bu ittifakta Türki Kralı İlşu-nail ismini de zikretmektedir.









M.Ö. 2350-2150 arasında Mezopotamya'da çok büyük bir imparatorluk kuran Akad Kralı Naramsin; 'Şartamnari Metni' olarak bilinen ve 'Mücadelenin Kralı' anlamına gelen (3 nüshasından birisi hattuşaş arşivinde 'KBO-III,13' sıra nosu ile kayıtlı belge) kaynakta; 17 Anadolu Kralından bahsederken 'Türki kralı İLşu-Nail' isminden bahsetmektedir.



M.Ö. 2000'li yıllarda; hem de Türk adıyla Anadolu'da bir devlet olduğunun kanıtı olan bu yazıttın 15. satırında geçen bu ifade; zaten daha evvel başlattığımız tezin doğruluğunun kanıtıdır.

Bu belgenin 2 önemli noktası vardır. 
1-İlk Türk adıyla kurulan devlet, Göktürk Devleti değildir. 
2-Türkler Anadolu'da belgesi ile sabit en az 4200 yıldır vardırlar. Sümerce-Türkçe arasındaki yüzlerce ortak kelimeyi delil kabul etmeyenler için bile; M.Ö. 2100'lerde, Anadolu'da bir Türk devletinin varlığı; belgelidir.

İşin bir diğer ilginç yanı, bu Naram-sin'in Hz. İbrahim döneminde yaşayan Kral Nemrut olduğuna dair söylentilerdir.
Prof. Dr. Ekrem Memiş'in kitabında belgenin tam metnini görebilirsiniz.

Bu kitapta Prof. Dr. Ekrem Memiş; bu Türki krallığı Yafes'in torununun kurduğunu da iddia ediyor. Daha detaylı bir inceleme ile; bu husus ileride ayrı bir yazı konusu olacaktır.


................................
TURUKKU KRALLIĞI

Ayrıca Fırat kıyısında Mari bölgesinde ele geçirilen bir diğer tabletlerin (MÖ.4000-2000) 13 tanesinde TURUKKU adlı bir kavimden söz edilmektedir. Sadi Bayram, bu tabletlerin Türkçe tercümelerini yayınlamıştır.

Önce Sümerlerin, daha sonra da Asurlular ve Babillerin egemenliğinde kalan Mari şehri, bugünkü Suriye sınırları içerisindeki Tell Hariri kentidir.

Fransız Arkeoloji Enstitiüsü’nün 1933-1939 yılları arasında yaptığı kazılarda ortaya çıkarılan Mari şehrindeki kraliyet sarayında Asurlulara ait MÖ. 1870-1740 yılları arasında yazılmış bir çok çivi yazılı tablet bulunmuştur.

Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen Akadca yazılmış bu tabletlerin metinleri Fransıza tercümeleriyle birlikte Georges Dossin tarafından 1950 yılından itibaren yayınlanmaya başlanmıştır.



 Dört cilt halinde yayınlanan bu Mari tabletlerinin 13 tanesinde toplam 22 defa “Turuku”, “Turukku”, “Turukki, ve “Turuk” biçiminde bir kavim adı geçmektedir.

Bu tabletlere şöyle birkaç örnek vermek mümkündür:

16 numaralı tablet : “...Uyuyanları uyandıran ve uyandırdıklarına hiç tayın vermeyen Turukkular gibi yapacağız”.

21 numaralı tablet : “...Bu akından beri Turukkular’ın sayısı fazla görünmüyor. Fakat artabilir. Onlar gelmeye devam edecekler.”

22 numaralı tablet : “...Bana yazdığın Turukkular’la ilgili haberler değişti.”

23 numaralı tablet : “... Bana Turukkular hakkında yazmıştın. Turukkular’ın çıkış hareketinde bulundukları gün çok meşgul olduğumdan sana haber veremedim.”

87 numaralı tablet : “...Kral bana herşeyden önce, Turukkular’ın hücum ettiklerini, Nithim’i kuşattıklarını yazdı.”

Güneydoğu Anadolu’da yaşayan, savaşçılıkları ile Orta Asya Türk akıncılarını andıran, ana merkezden yaklaşık 400 km. uzaklaşıp, düşman ordugâhlarına saldıran bu Turukkular, Türk’ten başka kim olabilir ?

Turukku ve Turuk....hızlı okuma ile hangi milletin ismine benzemektedir?


 ...................

Daha verilecek bir çok örnek var; lakin bu bir tarih sitesi değildir. Amacımız tarihi özetleyerek günümüz politikalarına sağlıklı bir bakış ve ortak bir bakış açısı oluşturmaktır.

Bu ve benzer bir çok belgeli tarihi araştırmayı; meraklıları zaten inceleyecektir.

Artık bugünkü Çin toprakları ve Orta Asya'ya dönelim.

ÇİN BÖLGESİ
Çin Tarihinin ilk yazılı kitabı olan Shih Chi’ye göre:
Bugünkü Çin topraklarında ilk tarihlerde o bölgede yaşayan Türkler ve Çinliler bir arada yaşamıştır. (Türkler kuzeyde ve batıda) Ve haliyle Türk ve Çin tarihleri hep iç içedir. Bizim bu çince yazılan kitaptan özetleyeceğimiz konularda; Çin halkına yakın yaşayan Türk kavimleri, haliyle Çince isimleri ile geçmektedir.

Yine bu yazıda geçecek olan Ongun ifadesi, eski halk ve/veya boyların, kendileri için kutsal kabul ettikleri ve gerek bayrak gerek el sanatlarında şekillerini kullandıkları hayvan figürlerini ifade etmektedir. Bugünkü futbol takımlarının ki gibi; FB-Kanarya, GS-Aslan, BJK-Kartal, TS-Kaplan vesaire. Oğuz boyuna geldiğimizde bunları daha detaylı göreceğiz.
Shih Chi’ye göre ilk Türk kavimleri  :Tieh-le (Ting-Ling) ve Kao-ch lerdir. Bunları ve diğerlerini kısaca tanıyalım.
Çin çoğrafyasında, Çinliler arasında hakimiyet kurduğu bilinen ilk sülale Hsia sülalesidir.
Bu sülale zamanında Ch’üen-Yi (Türk) ler, Çinlilerle içiçe yaşamakta ve şu anki Şansi eyaleti civarında bulunmaktadırlar. Chüen Çincede Köpek-Kurt, -Yi ise ok ve yaylı göçebe manasındadır. Ch’üen boyunun Ongunları Kurt ve Geyiktir.
Hsialardan sonra Shang sülalesi gelir. (M.Ö. 1700-M.Ö.1100) Shang sülalesinin Türk olduğu söylenmekle birlikte, Çinlilerin içinde asimile oldukları düşünülmektedir.
Shang sülalesinden sonra başa gelen Chou/Çov hanedanlığı ise Türk tür. Şansi bölgesinde merkezlenmişler ve ilk devleti onlar kurmuşlardır. Chou’ların atasının Pu-Chou olduğu ve Hsia sülalesi zamanında, bu sülalenin saldırılarından kaçarak diğer Türk kavimlerine sığındığı kabul edilmektedir. (M.Ö. 2188-M.Ö.2160) Sonuçta tarihin cilvesi sonucu Çin bölgesinde kurulan ilk devleti Türkler kurmuştur. Tabiki halkın çoğunluğu Çinli.
Choular askeri teşkilatta onbaşı, yüzbaşı, binbaşı tabirlerini kullanmışlardır. Hsia ve Shang sülaleleri döneminde kızların soy ismi yokken, Choular kızlara soyadı zorunluluğu getirmiş ve aynı soyadına sahip çiftlerin evlenmesini yasaklamışlardır.
Shang döneminde sadece katil, hırsız ve tecavüzcüler cezalandırlırken, Choular dostluğa, aileye ve hükümdara ihaneti de ceza kapsamına almışlardır.
Ch’üenliler Choularla sürekli savaşmıştır (Tarih boyunca bu Türklerin birbirleriyle olan savaşlarını izleyeceğiz zaten) Bu savaşta o zaman bir derebeylik olan Ch’in hanedanlığı Choulara yardım etmiş ve karşılığında ülkenin bir bölümünü ele geçirmişlerdir. Sonunda Choular Chüenlere yenilmiş ve ortadan kalkmıştır. Bundan sonra Ch’in devleti Chüenlileri yenerek bugünkü Çin devletini kurmuşlardır.
Böylece Ch’in güçlenerek, Çin İmparatorluğunun temellerini atmaya başlarken, Türk boyları olan Choular ve Chüenler Çin Tarihinden silinmişlerdir.



ORTA ASYA VE İLK GÖÇLER (KİMMERLER VE SAKALAR)

Orta asyadan ilk göçen kavim Dünya Tarihinde Kimmer adıyla bilinmektedir. M.Ö. 2000 sıralarında ilk göçü Kimmerler yapmıştır. Göçü Orta-Asya bölgesindeki kuraklık tetiklemiş ve bu kuraklık sonucu boylar arası savaşlar başlamıştır.
Orta Asya ve Güney Rusya bölgelerinde baş gösteren kuraklık sonucunda Hunluların ataları Çin’in kuzeybatı sınırına doğru yönlenmişlerdir. Bu bölgede yaşayan kavimlerle çıkan savaşlar sonucu, daha evvel bu bölgede yaşayan kavimlerden Chüan ve kısmen Hunlular bu sefer Çin’in batısına yönelmiştir. Domino etkisi gibi, bu sefer önce Kimmerler Sakalar ile savaşmaktansa göçü tercih etmişlerdir.
Kimmerler arasında gidelim-kalalım tartışmaları hayli çoğalmış ve sonuçta bir kısmı kalarak Sakalar ile savaşmaya, bir kısmı da göçmeye karar vermişlerdir. Kafkaslar, Anadolu ve Ön Asyanın bir bölümüne yerleşmişlerdir.
Kimmerlerin Türk oldukları genelde konuşulmaz. Ancak hem Sakalar ile bağlantıları, hem tarihin akışı, hem de göçlerin başlangıcı açısından bir geçiş yapmanın yolu Kimmerlerden geçmektedir. Yazı sonunda kökenleri ile ilgili ön fikir sahibi olunabilir.
Önce Kafkasyaya gelen Kimmerler M.Ö. 2000 ila M.Ö. 800 arası, daha çok bu bölgede yaşamışlardır. Kerç boğazının eski adı Kimmer boğazıdır. Kırım adının da Kimmerlerden geldiği sanılmaktadır. Bu yerleşme ve genişleme sonucu Friglerin, balkanlarda yaygınlarken, mecburen Trakya üzerinden Anadoluya geçtikleri, ve hatta Dorların da  Yunanistana kaydıkları düşünülmektedir.

Kimmerlilerin Kafkaslara yerleşen ilk kavim olduğu düşünülmektedir. Rus tarihçilerde, o dönemlerde Güneylerinde sık ormanlıklardan ve bu ormanlıklarda yaşayan savaşcı bir ırktan söz eder.
Daha sonra Kimmerlerin göçlerinde de etkili olan Sakalar da göçe başlamışlardır. Ve Kimmerler üzerinde baskıları artmıştır.
Bu sebeple M.Ö.800 yıllarında Kimmerler Anadoluya akmaya başlamışlardır. Doğuda Urartu Devletini mağlup etmiş, batıda Frig Devletini ele geçirmişler ve hakimiyetlerini Asur ve Lidya sınırına getirmişlerdir.
M.Ö. 660-657 lerde, Lidyaya saldıran Kimmerlilere karşı Lidya Kralı Gyges, Asur Kralı Asurbanipal ile anlaşmış ve Asur desteği ile Kimmerlileri geri püskürtmüştür. Kral Gyges iki Kimmer prensini zincire vurdurarak Asur Kralına hediye göndermiştir. Ancak Lidya-Asur dostluğu fazla sürmemiş, Kral Gyges yeterince güçlü olduğunu ve Asurlulara ihtiyacı kalmadığını düşünerek ikinci Kimmer saldırısına tek başına karşı koymuş ve bu kararın sonunda Kimmerler Lidya topraklarının büyük kısmını işgal etmişlerdir. M.Ö. 652 de Lidya Başkenti Sardes’i ele geçirmişlerdir. Kral Gyges bu savaşta ölmüş yerine oğlu Kral Ardys geçmiştir.
Aynı dönemde Kimmerlerin Batı kolu ise, Saka saldırıları sonucu Avrupa içlerine yönelmiş, ancak bu bölgedeki Kimmerler, Sakaların M.Ö. 500 de Macaristan ovalarını işgali ile politik güçlerini yitirmişlerdir. Batı göç kolundan ayrılan bir grup bugünkü Bulgaristan-Romanya dolaylarına yerleşmişler. Ancak yine Sakalar bu sefer Tuna nehrine inince Kimmerler bu sefer Çanakkale dolaylarına inmiş, bu bölgeye bir müddet yerleşmişlerdir. Nora burnu üzerindeki Abdyos kentini kuşatmışlar ve yerleşik birimleri haraca bağlamışlardır. Batıdan akan Kimmerler daha sonra aşağılara inmeye başlamışlar ve bu kol Lidya’yı batıda da toprak kayıplarına sürüklemiştir. Kimmerler batıdan Lidya üzerinden İyonya’ya yönelmiş ve burada ana Kimmer kolları ile birleşmişlerdir. Asur ve Grek kaynaklarına göre o zamanlar Kimmer Bozkır Devletinin başında Akad imlasına göre ‘Dugdamme’ bulunmaktadır.
Daha sonra Kimmer boyları kuzeyde Amasya yöresinden Karadeniz sahiline ulaşmışlar, Ereğliden Trabzon’a kadar bu sahil kesimine yerleşmişlerdir. 
Trabzon yakınındaki Ağırmış Dağının eski adı Kimmerius dağıdır.
M.Ö. 646-643 yıllarında Kimmer hücumları İyonyalılara yönelmiş ve Efes kuşatılmıştır. Harap edilen Artemis Tapınağının faili bunlardır.  Ancak Kimmerler İyonyadan aldıkları ganimetlerle yetinmiş, güneye inmemişlerdir.
Meşhur efsane kahramanı Conan Kimmerlidir. Cimmerian diye geçer.

Kimmerlerin kadınlarının da at üstünde savaştıkları bilinmektedir. Savaşçı kadınlardan bahseden Amazon miti, Kimmerler kaynaklıdır.
Yine Kimmerlerin İyonlarla savaş sahnelerini resmeden ve British Museum’da bulunan Klazomenai Lahiti’nde, Kimmerlerle birlikte savaşan eğitimli köpek ya da kurt figürü çok ilgi çekicidir.




Kimmer-Bulgar-Türk ilişiği:
Kimmerlerin Bulgarların atası olduğunu belirten kaynaklar vardır. Bu konuyu Bulgarlar hakkındaki yazımıza ayırıyoruz. Nitekim Bulgarların Türk'lerle aynı kökenli olduğu genel kabuldür. Ancak Kimmerlerin Karadeniz sahilinde yerleşmiş olmaları ile Bulgarların tarihinde bu tarz noktalara rastlanmaması incelenmelidir.
Yalnız Kimmerlerin Yafes oğlu Kimari yani Gomer'den geldikleri de iddialar arasındadır. Bu bir ihtimaldir. Böyle ise Türk'ün kardeşi Gomer soyundan gelmiş olma ihtimalleri de vardır. Tabi Gomer'i Türklerin atası sayan ihtimali saymaz isek. 
Yalnız şunu da belirtmek lazımdır ki; Çin tarihinde geçen Chüanların kurt ongununu, hatta Çincede 'Köpek-Kurt' manasına geldiğini daha evvel yazmıştık ve göçlerin başlangıcına dikkat edersek, Kimmerler Çin tarihinde adı geçen ve diğer Türk boyu ile savaşarak (Sakalar?) ortadan kaybolan Chüanlar olabilirliğini elbette incelemek gerekir. Bu ileride ayrı bir yazımızın konusu olacaktır.

............
Kimmerlerin bilinen son akını Çukurova bölgesinedir. M.Ö. 630 yılında Hatay ve Adana bölgesine kadar inmişler ancak burada Klikya Kralı Syenesis tarafından mağlup edilmişlerdir. Bu savaşta Dugdamme ölmüştür. Dugdammeden sonra Kimmerler arasında kan dökmeye kadar varan iktidar kavgaları başlamış ve bunu fırsat bilen Lidya Kralı Alyattes Kimmerlere savaş açmış ve onları Kızılırmak’ın ötesine kadar sürmüştür. Böylece Ön Asyada güç dengeleri bozulmuştur.
Kimmer bu tarihten sonra Kafkaslar ve Karadeniz sahili boyunca kalmışlardır. Bir ara Sinop’u merkez edinmişler ama Trabzon ve tüm doğu Karadenizde de yaşamışlardır.
Makedon Kralı Büyük İskender Doğu seferi yaparken ve İran'ı ele geçirdiğinde bile bugünkü Karadeniz bölgesini ele geçirememiştir. Roma haritasına bakmanızı rica ediyorum. Bu bölgede o dönem Kimmerler yaşamakta idi.
Kafkasyada ise Sakaların bölgeye yerleşmesi ile etkinliklerini kaybetmişlerdir.

SAKALAR VE ALPER TUNGA
Bu arada sahneye çıkmaya başlayan Sakalar, Medler ile beraber son kalan Urartu kırıntılarını süpürmüş, ardından Lidyalılar ile Medler arasında 5 yıl süren savaşlar başlamıştır.
Bu tarihlerde Sakalar (İskitler) Çin Seddinden Tuna Nehrine kadar koca bir alana yayılmış ve hakimiyet kurmuşlardır.
M.Ö. 660 yıllarında Asur İmparatoru Kimmer ve Manaların saldırılarından kurtulmak için Saka Hükümdaru Bartatua’yla (Alper Tunga Destanında göreceğiz.) kızını evlendirerek dostluk kurmuştur. Asur kaynaklarında bu konuda bilgiler vardır. Sakalar'ın Hazar Denizi’nin batısı, Tuna Nehrinin doğusu ve Karadeniz’in kuzeyinde Kimmer yurtlarını ele geçirdikten sonra Ön Asya’ya da M.Ö. 700 lerde ulaştıkları bilinmektedir.
Sakalar önce iyice zayıflayan Urartu Devletini M.Ö. 585 te tarih sahnesinden silmiş, ardından Medlerin ülkesini istila etmiştir. Daha sonra Mısır’a doğru yol almışlar, Suriye’ye geldiklerinde onları karşılayan Mısır Kralı Psammatikos, Sakalara çok değerli armağanlar vererek seferleri engellemeyi başarmıştır.
Bu arada Babil ve Medler birleşerek güç toplamış ve  Sakalarla mücadeleye başlamışlardır. Asur İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Sakalar 28 yıl bu bölgede hüküm sürmüş, daha sonra Doğu Anadoluya ve kafkaslarda kalarak 300 yıllık bir hakimiyet kurmuşlardır.
Daha sonra Hazar Denizi ile Aral Gölü arasındaki bölgeyi ana yurt edinmişlerdir.
Bir grup ise Urartu bölgesinde kalmış, yine bir diğer grup Hindistan taraflarına geçmiştir. Ancak büyük kısmı Orta Asya bölgesinde yaşayan ataları ile birleşmiştir.
Pers Hükümdarı Büyük Kirus (M.Ö. 553-528) Babilliler ile mücadele ederken Türkistan’da yaşayan büyük bir Saka grubuyla anlaşma yapmıştır.
M.Ö. 539 yılında Babil’i yıkan Kirus, Sakalar ile mücadeleye başlamıştır.
Kirus ölünce yerine Kambi, Kambi ölünce yerine Darius geçmiştir.
Pers hükümdarı  1. Darius ilk seferini Sakalara karşı yapmış ve galip olmuştur. 1. Darisu askerlerinden bir kısmına Saka kıyafeti giydirerek, Saka ordusunu şaşırtmıştır.
İşte bu kısımda anlatılanlardan dolayı, bir kısım kaynaklar, Afrasyab’ın Alper Tunga olduğunu belirtmişlerdir.
Sakaların daha evvel Medler ve hatta Mısır Devletini bile eline geçirdiğinden bahisle, Alper Tunga için bir dönem ‘Dünyaya Hükmetti’ tabiri, tüm kaynaklarda geçmektedir. İsmi Grek metinlerinde Protothas, Asur civi yazılarında Bartatua, İran yazılarında ise Afrasyab adıyla anılan şahısın Alper Tunga olabileceği belirtilmiştir.
İran destanı olan Şehname’de Afrasyab adıyla anılan Turan hakanından bahsedilmektedir. Şahnameye göre Afrasyab, selvi uzun boylu, koları ve göğsü aslan gibi güçlü, fil kadar kuvvetli bir yiğittir. İranlıları yenerek, hükümdarlarını esir almıştır.
Bir başka millet, kendi destanında elbet kendini üstün anlatacaktır. Ancak ne kadar yanlı anlatılsada, yine de Turan Hakanı Afrasyab’ın hakkını yiyememişler. Bu durumun ciddiyetini anlatıyor.İran destanı Şahnameye göre ;
Kabil padişahı Zal, Turan padişahı Afrasyab’a esir düşmüş olan İran padişahını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Zal galip geldi ama hükümdarı kurtaramadı! Aradan uzun zaman geçti ve İran hükümdarı Zev oldu. Bu durumu fırsat bilen Afrasyab İrana yürüdü. Kabil hükümdarı Zal yaşlandığından oğlu Rüstem’i savaşa yolladı. Afrasyab ve Rüstem çok kez savaştılar. Bu savaşların çoğunu Rüstem kazanırken, bir kısmını da Afrasyab kazandı. Bu savaşlar sürerken İran hükümdarı Keykavus oğluı Siyavuş’a gücenmişti. Siyavuş kaçarak Afrasyab’a sığındı. Orada uzun süre kaldı ve evlendi. Sonra bu evlilikten Keyhüsrev adında bir oğlu oldu. Keyhüsrev büyüyünce İranlılar onu kaçırarak hükümdar yaptılar. Keyhüsrev, Zaloğlu Rüstem’i hoş tuttu ve afrasyab ile savaşa gönderdi. Turan ile İran arasında bir çok savaş yapıldı, Afrasyab yorgun düştü. İranlılar Afrasyabı dağda sıkıştırdı. Afrasyab tek başına İranlılarla savaşsada, ihtiyar olduğundan askerlerle başa çıkamaz oldu ve öldü.
Şimdi burada dikkat çekici bir nokta var. İran ve Kabilde hükümdarlar değişiyor, hatta 4 nesil geçiyor ama Afrasyab aynı. Bu rivayetlere göre 140 yıl yaşamış.
Divan-ı Lugat-it Türk’te;
Bu Türk Beğlerinde atı belgülük,

Tunga Alp Er idi katı belgülük.

Bedük bilgi birle öküş erdemi,

Biliglig ukuşlug budun ködremi.

Tacikler ayur ânı Afrasyab,

Bu Afrasyap tutdı iller talab.

(Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı  bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti)

Sözleri ile, İran tarihindeki Afrasyap’ın Alper Tunga olduğundan bahsedilir. Zaten Alper Tunga’dan bahsederken Saka Hakanı adı sıkça geçmektedir:
- Alper Tunga : Efsanevi Türk Hakanıdır. Zaman zaman Saka Hakanı olarak anılır. (Wikipedia)

Prof. Zeki Velidî Togan'a göre: M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö. yedinci yüzyılda Orta Tiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise Alp Er Tunga'dır.

Bu Alper Tunga konusuna Türk Destanları yazısında değineceğiz.

Sakalar tarihte Perslerle ve sonra onları yok eden İskender ile savaşmış olarak gösterilmektedir.
Sakaların genel hakimiyetine Persler veliaht olsa da, Sakalar varlıklarını bir müddet daha Hazar-Ural arasında devam ettirmişlerdir.
Hatta M.Ö. 329 yılında Semerkant’a yürüyen İskender, bir Sakalı savaşçının okuyla yaralanmış ve sefer yarıda kalmıştır.
Yine M.S. Asya Hun İmparatorluğu zamanında dahi, haritalarda Saka Devleti mevcuttur.
Bu İskender ve Makedonlar kimdir meselesini ve devamını bir dahaki yazılara bırakıyoruz.

27 Haziran 2015 Cumartesi

NUH TUFANI



Nuh Tufanı öncesi Nuh Peygamber kavmini doğru yola çağırmış fakat iman eden çok az insan olmuştur. Hatta Nuh Peygamber'in Kenan ismindeki oğlu ve ilk hanımı da ona inanmayarak helak olanlardan oldular.



Kavmin Kabil oğullarına uyarak Putperest olması ve bu inançlarında diretmeleri sonucu Nuh Tufanı gerçekleşmiş ve Nuh Peygamberin yaptığı gemiye alınan az sayıdaki inananlar ve her hayvan cinsinden bir çift tufandan kurtulmuştur. Ayrıca Hz Adem'in kabrinin de bu gemi ile taşındığı genel kabuldur.
Geminin yapımında Abanos (Hind Ardıcı) ağacından 124004 parça kullanılmış ve yapımı 400 yıl sürmüştür. (Hind Ardıcı 40 yılda büyür.)


Tufanın oluş şekli hakkında çeşitli rivayetler olsa da, araştırmalarımıza göre durum net gibidir:

Magma tabakası kaynayarak volkanik faaliyetler oluşmuş ve özellikle okyanuslardaki volkanik patlamalar sonucu sular yükselmiştir. Buna ilave olarak tam 40 gün 40 gece çok şiddetli yağmurlar yağmış ve dolayısı ile Nuh’un gemisini Cudi dağına indirecek bir su yüksekliği oluşmuştur.

Nuh tufanının süresi hakkında 2 iddia var.
- Receb ayının 12. günü başlamış, Muharrem ayının 10. günü (Aşura günü) bitmiştir. Gemi tufandan tam 150 gün sonra Cudi dağına inmiştir.
-Tufan toplam 190 gün sürdü, 150 gün yolculuk, 40 gün Kabe tavafı.
Şimdi gelelim rivayetler arası farklar oluşan diğer konulara;
.....................................................
1-Tufan tüm dünyayı etkiledi mi?

Bu konuda, tufanın sadece Nuh kavmini ve yaşadıkları bölgeyi kapsamış olabileceğini iddia edenlerin dayanakları şunlardır:
-İleride değinilecek olan Ad, Semud ve Lud kavimlerinin başına gelen afetlerin sadece o halk ve bölge düzeyinde olması.
-Kutsal kitaplarda ve özellikle Kuran’da geçen Arz kelimesinin çoğu yerde belirli bir bölge için de kullanılmış olması.( “Onlar, Arz’dan çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar”(İsra, 17/76) mealindeki ayette geçen Arz’dan maksat Mekke’dir.)
-Nuh suresinde Nuh Peygamber’in “Rabbim, yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma.” cümlesi, göçebeleri kapsamıyor tezi,
-Suların dünyanın tamamını kapsamasının bitki örtüsünü öldürebileceği tezi,
-Afetin Nuh kavmine geldiği ve Kabil oğullarının Nuh kavminden olmadığı tezi.
Burada belirtmek isterim ki, buradaki tezler ‘Tüm dünyayı kaplamamış olabilir’ iddiası üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu iddialar doğru ise Kabil oğullarından kalan olmuş olabilir. 

Tufanın tüm dünyayı kapsadığının kesin olduğunu iddia edenlerin dayanakları ise şunlardır:
- “Ey Nuh'la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar! (İsra Suresi, 3)
- “Hem o (Nuh)un neslini bâki kalanlar kıldık.” (Saffat Suresi 77)
- “Kafirler boğulduktan sonra yerle göğe ‘Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!’ diye emir buyuruldu.
Biz buradan yola çıkarak, iman edenlerin gemiye bindiği, etmeyenlerin de boğulduğu sonucunu çıkarabiliyoruz.
Burada hem dağ yüksekliğindeki bir suyun sadece bir bölgeyi etkilediğini düşünülemez, hem de eğer tek bir bölgeyi kapsasa idi, hayvanlardan çiftler alıp nesillerini devam ettirme çabası olmaz idi.
Yani biz burada Nuh Tufanından sonra insan neslinin Nuh Peygamber ve gemideki iman edenlerden devam ettiğini kabul ediyoruz. Dolayısıyla o tarihte üzerinde insanoğlunun yaşadığı tüm alanı kapladığı bizce kesindir. Bu 'tüm dünyayı kapsar' anlamına gelmeyebilir. Çünkü insanlar ve diğer canlılar o tarihte elbette tüm dünyaya yayılmamış olabilirler.
.....................................................
2- Gemi nereye indi?
Burada komik bir durum bulunuyor şahsıma gore.
Kuran’da Cudi dağı ibaresi nettir. Nuh Peygamber’in Urfa’da bulunduğu da nettir. İbrahim Peygamber’İn Ur şehri yani Urfa’da yaşadığı da nettir. Cudi dağı etrafında ki belirli insanların ezelden beri sürekli bu dağı ziyaret ettikleri de nettir. Ama bunca şeye rağmen bu konu muallakta bırakılıyor.
Cudi mana olarak ‘hayırlı yer’ anlamına geliyor. Bir diğer iddiada Cudi dağlarından bahseder. Ağrı dağıda bunlardan birisidir. Hatta Çinli bilim adamları Ağrı dağında bulduklarını söylediler. Fotoğraflar bile yayınlandı. Öyle ya da böyle bu bölgede olduğu kesin görünüyor. Ama diyorumya nedense bu konu muallakta bırakılıyor. Peki neden? İşte bu konuyu da Türk soyu ve Anadolu incelememizde irdeleyeceğiz.
Dünya üzerinde geminin indiği yer ile ilgili Cudi dağı ve Ağrı dağı hariç başka bir yer ismi de geçmiyor. Bunu da belirtelim.


.............................................
3-Gemide kaç kişi vardı?
Öncelikle Nuh Peygamber'in Kenan ismindeki oğlunun ve hanımının (kaç hanımı vardı bilinmiyor), gemiye binmeyerek helak oldukları biliniyor. 
Binenler hakkında ise bir takım iddialar var. Ama 5 tanesi en yaygın olanı
-Nuh Peygamber, oğulları Ham, Sam ve Yafes ile aileleri ve yine 4-5 kişi daha aileleri ile birlikte. Veya bir diğer tabirle Nuh Peygambere 8 kişinin inandığı.
-Toplamda 80 kişi oldukları (kadın-erkek-çocuk dahil). Bu iddia üzerinde duralım. Çünkü Cudi dağı eteklerinde bir köy var. İsmi çok eskilere dayanıyor ve adıda ‘seksenler’ anlamına gelen Heştan (Semanın).  
Ancak bu seksenler kasabasında, Nuh ve çocuklarından hariç diğerlerinin hastalıktan öldüğü gibi bir iddia da mevcut. Yani sonuçta Nuh, Sam, Ham ve Yafes ile eşleri sağ kaldı deniliyor. 8 kişi yani.
-Gemide toplam 463 kişi olduğu
-10 kadın  10 erkek olduğu. Ben bu iddianın, çocukları da hesaba katarsak ( ki o dönemler ortalama çocuk sayısı 8-9 ) seksenler iddiasına yakın olduğunu düşünüyorum.
-Gemide toplam 8 kişi olduğu. Yani sadece Nuh Peygamber ve 3 çocuğu. Eşleri ile birlikte.
Gördüğünüz gibi aslında biri hariç diğerleri birbiri ile bağlantılı. Ben de burada Nuh Peygambere 8 kişinin iman ettiğini, aileleri ile birlikte toplam 80 kişi olduğunu kabul ederek devam edeceğim. Tabi Nuh Peygamber ve 3 çocuğu dışında kalan ailelerin Vebadan öldüğünü de sadece bir  ihtimal olmak kaydıyla kabul ediyoruz.


4- Nuh Peygamber Tufan sırasında kaç yaşında idi, Tufandan sonra kaç yıl yaşadı?
Önce Kuran-ı Kerim’de yazan Ayeti aktarıyorum, çünkü yoruma açık bir konu:
ANKEBUT 14 : Andolsun, biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.

Buradan hareketle Nuh Peygamber 950 yıl yaşadı diyenler var. Tufan sırasında 600 ya da 601 yaşında olduğu söyleniyor (Tevrat 601 yıl der) Dolayısıyla tufandan sonra yaklaşık 350 sene yaşadığı düşünülebilir.
Bir diğer iddia ise, yukarıdaki ayetten yola çıkarak, Nuh Peygamber 950 yaşında iken tufanın koptuğu şeklinde. Kavmi arasında 950 yıl kaldı ibaresinden böyle yorumluyorlar.
Tevratta Nuh Peygamberin tufandan sonra 350 yıl yaşadığı yazıyor. Yani genel görüş toplam 950 yıl. Diğer iddiaya gore toplam 1200.
Bu ve benzer konuların detaylı araştırılması lazım. Yeni bulgular tespit ettikçe ayrıca yazacağız



5- Tufan başladığında Nuh Peygaber ve kavmi nerede yaşıyordu?
İddialar şunlar
- Hz. Nuh bugünkü Irak topraklarında bulunan Kûfe’de ikamet ediyordu. Kavmi de o bölgede yaşıyordu
- Vazifelendirildiği bölge: Mezopotamyanın Dicle-Fırat birleşme bölgesi, Babil dolaylarında.
- Ayrıca benim de şu an üzerinde çalıştığım bir ihtimal var. 
Tabi unutulmamalıdır ki, tüm bu yazılanların çoğu net olarak kabul görmüş gerçekler değildir. Biz orta yolu bulmaya çalışıyoruz. En doğrusunu Allah bilir.
Bu tufan konusunda çok ilginç saptamalar var ama şu an yazmamayı daha doğru buluyorum. 

Artık Türk soyunun kökeni, milletlerin oluşması gibi konulara girebileceğiz….

Anadolu Hareketi.....

10 Haziran 2015 Çarşamba

Baykal Erdoğan görüşmesi kilit bir görüşmedir.

    10-6-2015

       
       
Türkiye Siyaseti Çok ilginç sahnelere maruz kalıyor.Geçmişte istemeye,istemeye yada  dayatılarak yapılanlar  yaptıranlar,yapanlar zamanı geldiğinde yeniden, tekrar size geri dönüp  önünüzde  karar mekanizması yada ortak çalışma imkanına mecbur ediyor.



   Baykal'ın adı TBMM meclis başkanlığı  için geçiyor. En yaşlı vekil olarak TBMM ona emanet edilmesi  hakkında  muhalif partilerde bu konuya olumlu bakıyor. Ve önümüze ilgin bir görüşme cereyan ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan  Baykal  ile  görüşecek. 
  
   
1973 yılında en genç isim olarak TBMM'ye giren CHP eski lideri Deniz Baykal, 42 yıl sonra ''En yaşlı vekil'' konumunda Bu durum bakın nasıl bir tablo  önümüze koyuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün CHP eski Genel Başkanı ve Antalya Milletvekili Deniz Baykal ile görüşecek. Erdoğan, Meclis’in açılış çalışmaları hakkında en yaşlı üye olarak Baykal ile konuşması bence sadece meclis açılışı ile igili olmayıp, Siyasetin  dizaynını yeniden tasarlama adına yapılan çalışmanın  filizleri ekilecektir. Sahnenin  rollerinin  2002 de olduğu gibi  sahnelemesi gibi;

2015  genel seçimlerinde  Akp'nin meclis  çoğunluğunu kaybetmesi siyaseten bazı taşların  yerinden oynayacağına işarettir. Baykal Erdoğan görüşmesi  kilit bir görüşmedir. Baykal 2002'de Türkiye'nin  başına  sardığı rotası şaşırmış  gemiyi yeniden rota çizdirerek eline harita verecek, ya da  geminin  kaptanına ayar verecek. 
   77 yaşındaki Baykal, yaklaşık bir ay süreyle TBMM geçici Başkanı ve devletin 2 numarası olacak. Bu Erdoğanı ne derece rahatsız eder o belli olacak.
   Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu süre içinde yurt dışına çıktığı taktirde vekaleti de Baykal’a bırakmak zorunda kalacak ve Deniz Baykal ”Cumhurbaşkanı vekili” olarak devletin tepesine yerleşecek. Ancak vekaleti Baykal’a bırakıp yada bırakmamak Erdoğan'ın elinde ya Erdoğan 2002 yılının diyetini Baykal'a öder yada Baykal ile görüşmesini dengede tutar  bakalım göreceğiz....!







15 Mayıs 2015 Cuma

DEŞİFRE

DEŞİFRE:
................................ÖNEMLİ ÇOK ÖNEMLİ.....................................
Bazı Özel kliniklerin veyahut Hastahanelerin Ücretsiz Chek-Up kampanyalarına
DİKKAT !! EDİNİZ TEMKİNLİ OLUNUZ. BEDAVA DİYE BALIKLAMA ATLAMAYIN...
2. ve 3. dünya ülkelerinin kliniklerinde şöyle uygulamalar vardır. Bu kliniklerin sahibi Yahudilerdir. Bu ülkelerdeki insanlara BEDAVA chek-up ve tahliller yapılmaktadır. Chek-up yapılan insanların tüm sağlık bilgileri bilgisayarlara yüklenerek bir merkezde toplanmaktadır. İsrailli organ mafyaları bu bilgisayarlardaki bilgileri takip etmektedirler. Örneğin dünyanın herhangi bir yerinde bir Yahudi’ye bir organ lazım. Böbrek, karaciğer vs. Toplanan verilere bakılarak kiminki uyuyorsa, artık o insanın hayatı tehlikede demektir. Artık onun başına bir trafik kazası mı gelir veya başka bir şey mi bilinmez. Bir şekilde organ o kişiden alınır ve yerini bulur.
DİKKAT ! ÇOK DİKKAT EDİNİZ !

22 Mart 2015 Pazar

Tapınak Şövalyeleri

Tarihin en gizemli topluluklarından bir tanesi Tapınakçılar ailesi. Mason cemiyetlerinin bu şövalyelere sahip çıkması ve varlığını inanılır hale getirmesi hala araştırılmakta ve tartışma konusu olmaktadır.
1099 senesi, Kudüs ve Filistinde bulunan kutsal topraklar ve eserler Haçlıların eline geçti ve bu müslümanları fazlasıyla huzursuz etmekteydi. Türklerin sürekli baskı altında tuttukları
Haçlılar bu konuda rahatsızdı ancak topraklar onların ellerindeydi. Kutsal bölgeye sürekli Haçlı orduları adına Hıristiyan hacı adayları ziyarete gelmekteydi ve bunun için Haçlıların tedirginliği her geçen gün artmaktaydı. Müslümanların küçük bir saldırısı hacı adaylarını zor durumda bırakabilirdi. Güçlü bir koruma ancak onları bu korkudan ve tehditten uzak tutabilirdi.
Dönemin 9 güçlü şövalyesi imparator tarafından görevlendirildi ve bu kutsal bölgeler onlara emanet edildi. Tapınak şövalyeleri hem rahip,hem hacı adayı hem de bir askerdi ve kendilerine ait kuralları vardı onlar farklıydılar bembeyaz elbiseleri üzerine kızıl hac işareti ile müslümanlara korku salmakta ve güvenliği elinde tutmaktaydılar.
Tapınak Şövalyelerinin Farkı Nedir?
Tapınak şövalyeleri,donanımlı ve bir askerden çok daha farklıydı. Kimileri onlar için cani tanımlaması yaparken kimileri ise dinin en büyük temsilcileri tanımlamasını uygun görmekteydi. Tapınak şövalyeleri her an hacı adaylarına yol gösterip onlara yol boyunca eşlik etmekte yükümlüydüler onların döneminde hiçbir hacı adayına zarar gelmemiştir ve bu onların Hristiyan dünyasında farklı olduğunu ve üstün özelliklere sahip olduklarını ön plana çıkarmıştır. Hacı adaylarına göre şövalyeler tanrının en büyük yardımcısı ve sağ koluydu ve önemli bir görev için bu dünyaya gönderilmişti.
Müslümanlarla İlişkileri Nasıldı?
Hıristiyan olmalarına rağmen müslümanlar tapınakçılarla fazlasıyla iyi geçinmekteydi. Bazılarına göre müslümanlardan para alan şövalyeler kötü askerlerdi ve cinayet işlemeyi severlerdi. Yapılan araştırmalar tapınakçıların aksine cinayet işleyen bir topluluk değil yardımsever bir topluluk olduğunu ortaya koymuştur. Müslümanlar tapınakçılara saygı duymaktaydı çünkü şövalyeler kendi dinlerine göre kutsal bir görev için yaşamaktaydılar. Müslümanlarla konuştukları ve onları kendi dinlerine davet ettikleri söylenmektedir.
Tapınakçıların Sonu:
Tapınak şövalyeleri son dönemde haraç alma ve egemenlik politikası uygulamaya başlamıştı. Kutsal bölgeler müslümanların eline geçtikten sonra tapınakçılar artık görevlerinden uzaklaşmaya başladılar ve yalnızca kendileri için çalıştılar. Asıl amaçları tarikatı yaymak ve bu politika doğrultusunda hareket etmekti. Paraya olan düşkünlükleri ve zenginlik hedefleri Philippe le Bel’in dikkatini çekmekteydi.(Fransa Kralı) Harika bir komplo teorisi ile tapınakçıları tutuklatmayı başardı. Bu efsane şövalyeler kendilerine yüklenen suçların çoğunu kabul ederek dağılmayı göze aldılar ve işkenceye maruz kalarak yok oldular.


















19 Mart 2015 Perşembe

ARTIK TUTSAKLIKTAN ÇIKMAK GEREK

                                                   

                                        ARTIK TUTSAKLIKTAN ÇIKMAK  GEREK



    Türkiye gelmiş geçmiş büyük sorunların, en büyük yıkımların ve en önemlisi tutsaklıkların pençesinde savaşını vermektedir. Ulusal varlıklarımız, yeraltı ve yerüstü zengin doğal kaynaklarımız
yabancı sermaye,yabancı madencilik şirkettlerine rahatça pazarlanmış ve de pazarlanabilmektedir.
bu bağlamda, neresinden bakarsak bakalım büyük bir tutsaklık gizli bir içten içe hakimiyetimizi elimizden alma planı olduğu söylense yalan da  olmaz hani..
   
    Emperyalist Avrupa Birliği' nin dayatmış olduğu uyum yasaları sayesinde Türkiye topraklarını,madenlerini ve zengin yeraltı kaynaklarını "işletme hakkı" , "mülkiyet hakkı" gibi konular ile tartışma zemini hazırlamıştır. Türk mühendisleri, Türk şirketleri her türlü koşulda etkisiz bırakılmaktadır.Yabancı şirketlerin bugün kimlerin elinde  olduğunu kimlerin emrinde olduğunu apaçık artık biliyoruz. Bu vesile ile kaynaklarımız, doğal zenginliklerimiz  günü birlik siyaset ve politika oyunlarına alet edilmektedir.

      Bu yanlış işlenen politikalar Türkiye' yi her anlamda bir zorlu tutsaklık savaşının içine itmiştir.Bu savaşın ortamında gerçekleşenler  ülkemizin  sömürgeleştirilmesinin görünür olmasını istemekle beraber, elimizden bir şey gelmez imajını da tüm dünyaya yaymaktır. Yabancı madencilik şirketleri ve onların Türkiye'deki  yerli  işbirlikçileri vakıflar,dernekler, sivil toplum örgütleri, etkili ajanları ile bilim adamı gibi, bilim insanı gibi görünümlü olup, çoğu gerçekleştirmek istediğimiz yerli mühendislerimizin  çok yararlı projelerine aleyhte  propaganda yapmışlardır.Güney Doğu Anadolu Projesi,hidro elektrik Santralleri, barajlar Türkiye'nin kalkınması için fırsattır. Fakat bunlar engellenmek istenmektedir. Sözde çevrecilerin  ilgi alanına girmeyen çevre sorunları bağlamında incelediğimiz gerçekler Türkiye'nin kalkınması için  yer altı ve yer üstü zengin doğal kaynaklarını kullanmasının engellenmesinin gündeme açısından önemlidir. Güney Doğu Anadolu Projesi bu bağlamda çok önemilidir. Bor,Toryum, Neptunyum madenlerinin varlığı Türkiye'yi daha da güçlü kılarken bu gücü bilen ve göz diken emperyalist ülkelerin karşı projeleri ve engellemeleri bizi her anlamda etkiliyor. Bununla birlikte sır ölümler, mühendislerimizin başına gelen uçak kazaları ve talihsiz ölümler, intihar vakaları ardı ardına gelen ölümler bitmek bilmiyor.Birileri yada bir güç bizim ilerlememizi istemiyor.

     Türkiye büyük bir güç ve güçlü bir ülke, Türkiye dışa bağımlı değil dış bize bağımlı.Türkiye jeopolitik konumuyla  orta dengede bir ülke,ve zengin yer altı kaynakları her türlü Türkiye'nin ihtiyacını her yönden karşılayacak nitelikte.  Bu gücün ve zenginliğin farkına çok çok öncelerden bile varılmış. Osmanlı padişahı cennet mekan Sultan Adülhamid Han bakınız o zaman ki şartlarda bile projesi yapılan ve düşünülen GAP için neler demiş;
 "Dicle ile Fırat nehirlerinden önüne setler kurulması yoluyla istifade suretiyle akıllıca bir sulama tertibatı kurabilirsek, şimdi çok kurak olan yerleri bundan binlerce sene evvel olduğu gibi cennet haline dönüştürebiliriz."  Abdülhamid Han zamanında uygulamaya konulan proje kapsamında binlerce kilometre şose ve demir yolu inşa edilmiş. Konya Ovası Sulama Projesi gibi benzeri birçok sulama tasarısı hayata geçirilmiş. Hasan Fehmi Paşa, yazdığı dilekçenin detaylarında ise Osmanlı sınırları dâhilin de belirli merkezler arasında şose ve demiryolları yapmayı, iskele ve limanlar inşa etmeyi, bazı bataklıkları kurutup elde edilen araziyi tarıma açmayı, nehirler önüne setler kurarak sulama kanalları vasıtasıyla binlerce dönüm toprağı yeniden canlandırmayı teklif ediyor. Söz konusu dilekçe, imparatorluk yöneticileri arasında büyük ilgi görmüş ve uygulanması yönünde ciddi adımlar atılmıştır.

     Artık tutsaklıktan çıkmak gerek. Zamanı gelmiştir, çoktan da geçmiştir. Türkiye'nin Batılı emperyalistlerin dayatmalarına ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde bir politikada sanayi bilimsel alanda kendi öz sermayesi ile dönmeye, milli sermayesi ile etkili olmaya ihtiyacı vardır. Milli olmazsanız olmaz.
elin oğlu gelir senden herşeyini alır, ve sonra seni senin içinde yönetir.

   














16 Mart 2015 Pazartesi

"DABBETÜ'L ARZ"




Kıyamet alametlerinden biri "DABBETÜ'L ARZ"ın çıkışıdır.
"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II, 491)
Dâbbe kelimesi “canlı, hareket eden varlık” anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de “dâbbe” denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse “işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.
Burada “Dâbbetü'l - arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?” sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.
Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şöyle dediği nakledilir: “Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir.” Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.
Dâbbeye “AİDS mikrobu” diyenler vardır. “Televizyon” şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta “robotlar olabilir” görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, “efendilerinin” sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.


Kur’anda Dâbbe


"Dâbbe" kelimesi Kur’anda on dört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “devâbb” ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 6)
“Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın elindedir.” (Hud, 56)
"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 45)
Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l- arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:
"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde “Dâbbenin başı bulutlara değecek” denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.
Dinin helal – haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.
Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma “lisan-ı hal” yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.


Dâbbe neler söylüyor?

Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab-ı Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.
Kur’ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. “Rüzgârın dişleri” denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.
Keza, Ka’beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur’anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen “ebabil” kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir “semavi bombalama” olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları “kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına” çevirmişlerdir.
Kur’an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve mütemerrit bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.
Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle “Allah zar atmaz.” Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, “bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur.”
Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terketmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez. "Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 59) "Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 11) Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rast gele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazen meltem olur yüzümüzü okşar, bazen fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.

Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü’minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.


AİDS Dâbbe mi?
Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.

Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur’anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:

Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir:

"Eceli gelip de Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 14).
Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.
(Not: Burada nazara verilen Hz. Musanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)
İşte bu dâbbe Hz. Süleyman’ın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.

Ama “dâbbe AİDS midir?” denilirse “evet” demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü

AİDS dâbbe hakikatinin bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.

Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan “the” takısı gibi Arapçada “el” takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)

-Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.

-Din bir imtihandır. İmtihanda ise “akla kapı açılır, irade elinden alınmaz.” Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında “bu kâfir” yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını intizar etmek gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. (Rivayete göre ahirzamanda insanlığa çok büyük zararlar verecek biri çıkar. Deccal denilen bu şahsın alnında “bu kâfirdir” yazısı bulunur. Peygamberimizin neslinden gelen Mehdi buna karşı mücadele eder. Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.)

-Ayetlerin bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşabihtir. Yani bazı ayetlerin manası açık iken bazılarında bazı kapalı yönler vardır. Benzeri bir durum hadisler için de geçerlidir. Bu tür kapalı manaları “ilimde kökleşmiş zatlar” anlayabilirler ve bunların tevillerini yaparlar.

-Te'vil, "bir delile dayanarak, lafzın muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Te'vilde bir katiyet olmayıp, "mümkün bir ihtimal" söz konusudur. Bu cihetten, müteşabih ayetlerle ilgili te'viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihai hüküm ve söz, Cenab-ı Hakk'ındır.

-Müteşabih manalarda nihai söz Cenab-ı Hakk'ındır.
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (En'âm, 59).
"O gün sırlar ortaya çıkacak" (Tarık, 9) ayetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü bildirilecek, "Allah kıyamet günü, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklayacak" ayetinin manası görülecektir. (Hacc, 69)


Kaynak: Sorularla İslamiyet